untitled

 Efsane Kadro

Efsane Kadro

Sevgili dostlarım, 2000 yılında Galatasaray’ın aldığı UEFA Kupasının benim açımdan ilginç bir öyküsü var. Aşağıda bunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım:

1999 yılı sonuydu. Antalya’da çalıştığım firmanın işleri tamamlanmak üzereydi. Yani bu durum, kapının önüne konulmamızın an meselesi olduğu anlamına geliyordu. Nihayet beklenen oldu ve 2000’nin başında işsiz kaldım. Bir sürü kredi kartı borcu, çocuğun okulu, evin giderleri… Sıkıntım büyüktü. O nedenle her olanağı değerlendiriyor, tüm iş fırsatlarına başvuruyordum.

Bir yandan da vazgeçilmez aşkımız Galatasaray’ı izliyordum tabi ki. Cimbom Chelsea’dan 5 yedikten sonra, Şampiyonlar Ligi’nde Herta Berlin ve Milan’ı yenerek 7 puanla 3. olmuştu. Artık UEFA Kupasında mücadele ediyorduk. Ümitliydik Cimbom’dan. İsterdik ki 87 kadrosunun onca haksızlığa, hakem ve masa başı oyunlarına rağmen ancak 3. olabildiği Şampiyonlar Ligi’nde çıtayı bir adım daha yükseltsin, ama olmamıştı… Şimdi Cimbom UEFA kupasında yürüyecekti…

Aslında çok da iyi gidiyordu Cimbom; yedekler dahil adeta hepsiyle tek tek özdeşleştiğimiz o aslan parçası delikanlılar Avrupalı meslektaşlarına kök söktürüyorlardı. Ne olmuşsa o meşum 5-0’lık Chelsea hezimetinden sonra olmuş, bu maç adeta Cimbom’a doping etkisi yapmıştı. Galatasaraylı aslanlar silkinmiş ve kim olduklarını hatırlamışlardı sanki. O maçtan sonra oynadığı tüm maçlarda hem çok iyi futbol ortaya koymuş hem de rakiplerini dize getirmişti Cimbom. Yenilmez bir armadaydı artık…

Ama ne yazık ki maçları canlı izleyemiyordum, çünkü paralı kanallardan birisi almıştı maç yayın haklarını. E ben de işsizim; kahveye gidip Cimbom’un maçlarını seyretmek için bile olsa para harcayamıyordum o aralar. Sadece sonuçlarını öğrendiğimde şaşkınlık geçirdiğimi hatırlıyorum. Hele 16 Mart’ta RCD Mallorca’yı hem de evinde 4-1 yendiğimiz maç sonrası gerçekten şok geçirmiştim, zira bu sonucu hiç beklemiyordum…

Nisan ayında İstanbul’dan bir kaç şirket benimle görüşmek istediği için İstanbul’a gelmiştim. Rahmetli babamın emekliliğinden sonra aldığı Moda’daki baba evinde kalıyordum. Her gün birkaç firma ile görüşüyordum görüşmesine ama sonuç yoktu, benimse zamanım daralıyor, elimdeki tazminat paraları suyunu çekiyordu.

Gladyatör Bülent Korkmaz

Gladyatör Bülent Korkmaz

Cimbom ise yoluna kararlı bir şekilde devam ediyordu; 6 Nisan’da Ali Sami Yen’de Leeds United’i evire çevire 2-0 yenmişlerdi. Onca sıkıntı arasında tek tesellim Galatasarayımdı. Cimbom, önüne geleni ezip geçen bir silindire dönüşmüştü adeta. Bir maçta Hakan Şükür yıldızlaşırken, diğerinde Ümit Davala, bir başkasında Emre, Ergün ya da Arif maçın adamı oluyordu. Her biri yıldızdı, ama bir araya geldiklerinde kimin kim olduğunu anlayamayacağınız, 18 değişik kişiden oluştuğunuzu fark edemeyeceğiniz tek bir organizmaya dönüşüyorlardı. Sahada, taşıdıkları o kutsal formanın, yüklenmiş oldukları sorumluluğun, yerine getirdikleri ağır görevin ne anlamlara geldiğini çok iyi bilen, özgüvenleri tam 18 kişilik bir savaşçı tim vardı adeta… Dünya karması karşılarına gelse Galatasarayım için vız gelip tırıs geçecekti eminim. O denli inançlı, o denli kararlıydılar…

Kasım 1999’da Avrupa’da bahisçiler, Galatasaray’ın UEFA 2000 kupasını alma ihtimalini, 1’e 250 olarak hesaplarken Leeds United maçından önce Avrupa’da ihtimaller, 1’e 16’ya düşmüştü. Oysa Fatih TERİM için her maça Galatasaray % 51 şansla başlıyordu…

Nihayet rövanş maçı gelip çatmıştı… Rakip Leeds’di… Futbolun beşiği İngiltere’nin en güçlü ekibi… Ne yalan söyleyeyim ilk maçtaki 2-0’lık üstünlüğümüze rağmen, dilim “eleyeceğiz, hiç kuşkum yok” derken kalbim “buraya kadar gelmeleri bile muhteşem bir olay, elenebiliriz, ama ezilmeyeceğimize eminim” diyordu.

Ama elenmedik…

O uğursuz 67. dakikada Norveçli Bakke’nin kafa golünü yemesek Leeds’i hem de İngiltere’de 2-1 yenmemiz işten bile değildi. Yıllarca “Yenildik, ama onurumuzu kaybetmedik. Şerefli bir mağlubiyet aldık” ezikliğinde Edirne’nin ötesine geçememiş, bunu hayal dahi edememiş kuşaklar, yabancı sahalarda Çanakkale geçilmez mantığıyla oynadığımız maçlarda alınan 1-0 ya da 2-0’lık yenilgileri başarı olarak gören bizler, şimdi Leeds’i İngiltere’de elimizden kaçırdık diye üzülüyorduk! Tüm gençliğimiz, delikanlılığımız boyunca bırakın finale kalmayı Avrupa kupalarında takımlarımız ilk turu geçtiğinde bayram yapan Türk futbolseveri artık gözünü UEFA Kupasına dikmişti.

Çünkü Galatasaray finalistti…

İnanılmaz bir duyguydu bu. Bilinen sözcüklerle tanımlanması, tasvir edilmesi çok zor, hatta olanaksız bir duygular geçitiydi… İnanamama, şaşkınlık, sevinç, gurur, dünyaların sahibi gibi hissetme, hepsinden biraz vardı; ama en çok gurur vardı gözlerimizde, sesimizde… Gurur…

George Hagi

George Hagi

Finalisttik artık… Aman Tanrım telaffuzu bile o kadar güzeldi ki bu sözcüklerin;

Galatasaray UEFA Kupasında Finalistti… Finalist!

Hakim olamadığım göz pınarlarımdaki tomur tomur gözyaşları kendiliğinden dökülüverirken ben bulutların üzerindeydim sanki…Sanki yeryüzündeki tüm sesler susmuş, herşey uzaktan kumandanın “Pause” tuşuyla dondurulmuştu. Sadece ben ve Galatasarayım vardı. Sadece onu duyuyor, onu işitiyordum. Çevremde cereyan eden olaylardan soyutlanmıştım.Boynuma sarılan annem, kulağımın dibinde bağıran kardeşim yoklardı sanki  hiçbirini görmüyor, hiçbirini işitmiyordum.  UEFA finalistlerinden biri benim Galatasarayım’dı. Ne işsizliğim umurumdaydı, ne de beş parasız oluşum…

Kadıköy’ün dar sokaklarında sevinç turları atan genç, yaşlı, çoluk çocuk tek vücut olmuş zaferi yudumluyorduk… Yoldan geçen, durup gülümseyen, el sallayan insanlar, futbolu sevsin sevmesin ilgili ilgisiz herkes bize, biz Galatasaray taraftarlarına imrenerek bakıyor, sanki “keşke biz de Galatasaray taraftarı olsaydık, keşke bu coşkuyu biz de onlar gibi bu denli yürekten yaşayabilseydik” diyorlardı, bunu gözlerinden anlıyorduk… Birbirini hiç tanımayan insanlar sarılıp, kucaklaşıyor, kimisi bir köşede  arkadaşının omzunda ağlıyor, kimileri otomobilden yarı beline kadar sarkmış hançeresinin tüm gücüyle “En büyük Cimbom” diye bağırıyordu… Havai fişekler, daireler çizerek ellerde sallanan meşaleler, caddelerin ortasında toplanmış, “Cimbom bom” diye bağıra bağıra halay çeken gençler, tüm balkonları sarı kırmızı renklere bezeyen Galatasarayımın bayrakları, o beni ağlatan renkler her yerdeydi. Yer sarı gök kırmızıydı artık Türkiyem’de…

Sabaha ilk günün zafer şokunu atlatmıştım. O gün bayağı ümitli olduğum bir firmadan olumsuz yanıt almama rağmen keyfim yerindeydi. Mühendistim ben, orası olmazsa başka bir yer olurdu elbet.

Günler geçiyordu, Mayıs ayındaydık artık. Neredeyse 5 aydır işsizdim.Ümitlerim gün be gün azalıyordu, iş yoktu, bulduklarım da bana uygun değildi. 40 yaşından sonra annemden para almak ağrıma gidiyordu ama yapabileceğim başka bir şey yoktu o an… Hergün bıkıp usanmadan bir çok firmaya CV yolluyordum, elbet biri olacaktı. Moralimi üst düzeyde tutmaya özen gösteriyor, umutsuzluğa kapıldığımda ise aklıma hemen Galatasarayım’ı getiriyordum… UEFA Kupası Finalisti Galatasarayım’ı…

Final 17 Mayıs gecesiydi. Tüm kanallar finalde bir Türk takımının oynama olasılığını sıfır olarak gördükleri için UEFA Kupası final maçına hiçbiri talip olmamış, bu maçın yayını da TRT’ye kalmıştı. Bizim için çok güzel bir şanstı. Galatasarayımız’ın UEFA Final maçını evimizde izleyebilecektik.

O gece için tüm hazırlıklar tamamdı. Annem cips, kuruyemiş, kola, bira gibi evde tv’den maç seyretmenin vazgeçilmezlerini fazlasıyla tedarik etmiş, tv’nin önüne küçük portatif masa konmuş, rahmetli babamla ben de başköşeye kurulmuştuk.

galtSokaklarda bir Allahın kulu yoktu. Her zaman vızır vızır trafik olan caddeden tek tük araç geçiyor, insanlar evlerinde televizyonlarının başında heyecan içinde maçın başlamasını bekliyorlardı. Müthis bir aura oluşmuştu. Tüm evlerin açık pencerelerinden Cimbom lehine tezahürat sesleri geliyordu. Herkes Cimbomlu değildi bizim sokakta çok iyi biliyordum. Demek ki bu gece herkes Galatasaraylıydı. İnsanı insan yapan hisleridir ya, işte o gece bunu tüm hücrelerimde duyumsamıştım. Beynimi kemiren kuşkular, acabalar, yılların verdiği eziklik duygusu yerini yavaş yavaş inanca bırakıyordu. İnanç… Sihirli sözcük buydu. İnancın açamayacağı kilit yoktu. Üstad hoca TERİM de bunu çok iyi bilenlerdendi.  Artık kupayı alacağımıza inanmıştık. O güne kadar, finalist olabilirsek çok büyük başarı diye aklımızdan geçirirken şimdi ”Neden olmasın?”, ”Neden bugün o, rüyalarımızda bile göremediğimiz Avrupa’nın en büyük kupalarından birinde bizim evlatlarımız da şampiyon olamasınlar?” diyebiliyorduk.

Maç başlamadan önce annem beyaz tülbentini takmış bu maç için adadığı 10000 ”bismillah”ın son 100 tanesini de çekmişti. Ama anneciğimin duaları bitmezdi. Bir yandan babamla bana  nevale taşıyor, bir yandan da kıpır kıpır dudaklarıyla, kimbilir ne hatimler indiriyordu… Koltuğuna geçtiğinde tespihi hâlâ elindeydi. Onun duaları hep tutardı, annem tüm kalbiyle yakarıyordu, göz pınarlarındaki yaşlardan anlıyordum… Düşündüm ki şimdi milyonlarca evde milyonlarca Türk anası tıpkı benim anam gibi Tanrı’ya ellerini açmış yakarıyordu. O zaman kesinlikle emin oldum ki biz bu kupayı alacaktık. Zira Tanrı’nın bu denli yürekten yapılan çağrılara tepkisiz kalması olanaksızdı…

Çocuklarımız sahadaydı. Yüzlerini görmek istiyordum, onların o inançlı yüzlerini… İşte Taffarel, Popescu, Capone, Hakan Şükür, Ümit, Ergün, Suat, Arif, Hagi, Bülent, Okan… Korku, tereddüt, inanmamışlık aradım endişeyle yüzlerde bir solukta… YOKTU…YOKTU… Çocuklar inanmıştı. Onlar da inanmıştı. İşte en önemlisi buydu…

Yüreğimiz ağzımızdaydı. İlk yarı, ikinci yarı… Gol yoktu. Onlar da atamıyordu ya, önemli değildi. Galatasaray Dünya karması Arsenal’den hiç de aşağı değildi doğrusu.

Hagi’nin oyundan atıldığı 93. dakikada odaya bir anda ölüm sessizliği hakim olmuştu. Türk takımlarının yıllardır süregelen kaderi yine mi tezahür edecekti. Yine mi 10 kişi kalmış takımım pis bir golle ”Şerefli bir mağlubiyet” alacaktı? Yine mi ”Olsun final oynamak da bir şeydir” tesellisiyle avunacaktık? Artık buna isyan ediyordum. Biz Arsenal’le birlikte, hakemi de, kötü şansı da, masa başı oyunlarını da yenmeliydik. Bunu başarmalıydık. Mecburduk, çok az kalmıştı, bir adım, sadece bir adım sonrası kupaydı…

İmparator da öyle düşünüyordu. Hiç geri adım atmamıştı. Takım içinde gerekli organizasyon yapıldı. Galatasaray direniyordu…

10 kişi kaldığımız maç bitmişti. Arsenal bize gol atamamıştı… 0-0 . Allahım bu ne heyecan, bu ne zorlu mücadeydi ya Rabbi! Futbolcular ter içinde, yorgun argın çimlere uzanmışlar, ağrıyan bacaklarına, çeken kaslarına masaj yaptırırken, İmparator aralarında dolaşıyor, evlatlarını okşuyor, seviyordu. O babaydı, ağabeydi, o bu takımın herşeyiydi ve belki de antrenörlüğü en son sırada geliyordu. Fatih TERİM onları seviyordu, gözlerinden belliydi; bunu futbol oynayan herkes anlayabilirdi. Eğer bir takımda sevgi varsa, inanç da peşi sıra gelirdi zaten. TERİM bu ayrılmaz ikiliye bir üçüncü kavram daha eklemişti: İNAT! Sonuna kadar gitme, 3-0 da yenik olsan, 5 dakika zamanın da kalsa pes etmeme… İşte Galatasaray’ın özeti buydu…

Penaltılara geçildiğinde heyecandan yerimizde duramıyorduk. Babacığım kalp piliyle yaşamını sürdürdüğü için daha fazla bu heyecana dayanamamış, içeriye geçmişti. Annemin dudakları devamlı oynuyordu. Kimbilir hangi duaları kaçıncı kez okumaktaydı. Tüm Türkiye o ana kilitlenmişti, bundan çok eminim…

Kemik Ergün penaltıyı ampul gibi takmış, Hırvat Suker’inki ise yan direkte patlamıştı. İşte o an artık bu iş bitti diye düşünmüştüm. Tanrı yanı başımızdaydı. Bunu hissetmiştim. Bu sefer durum farklıydı. Tanrı o kupayı çok istediğimizi anlamıştı sanki… O kupa için çok çalıştığımızı biliyordu, artık Avrupalı’nın kendi takımları lehine müdahalesine müsaade etmeyecekti… Anamın, binlerce Türk anasının, genç kızının, delikanlısının duaları kabul olmuştu!

Ne yalan söyleyeyim Hakan Şükür’den korkuyordum, ama beni yanılttı. İkide iki yapmıştık. Ray Parlour’un vuruşunun gol olması o kadar da önemli değildi. 2-1. Artık biliyorduk ki, kupa bizimdi, sadece 5 penaltılık formalitenin tamamlanmasını bekleyecektik…

Takımda en sevdiğim delikanlı topun başındaydı. Ümit Davala da sektirmedi. 3-1. Vieira’nın atışının girmeyeceğini sanki hepimiz hissetmiştik.  Tanrı işi uzatmamaya karar vermişti. Top üst direkten geri geldiğinde gözlerimi yukarı kaldırdım ve içimden ”Sağol Tanrım” dedim…

Nefeslerimizi tutmuştuk artık. Popescu topu beyaz noktaya dikmiş geriliyordu. Stadda çıt çıkmıyordu. Fırtına öncesi sessizlikti bu. Bu atıştan sonra kupa bizimdi. Kupa, UEFA kupası…

*************

Vieira yerde uzanmıştı, Henry aptal aptal etrafına bakıyordu. Seaman şoktaydı. Mağrur İngiliz 4 penaltıyı da içeri almış, Arsenal Cimbom’a ancak tek bir penaltı atabilmişti. Popescu Seaman’ı atladığı köşeden avlamıştı…

back_256Şimdi Parken Stadı’nda olmak vardı. Seyirci çıldırmıştı, bentleri yıkan seller gibiydiler. Tüm futbolcular Fatih Hoca, yardımcı antrenörler, malzemeci, kenarda kim varsa çığlık çığlığa sahanın ortasına doğru koşuyordu. TRT spikeri ağlıyordu, ben de, evdeki herkes gibi ben de ağlıyordum. Allahım sana şükürler olsun diyordu annem. Dualarımızı kabul ettin. Bu maçı, kupayı sahadaki o koca yürekli çocuklarımızın çabaları kadar annelerimizin duaları ile de kazanmıştık.

Gün artık çılgınca, doya doya bu anı yaşama günüydü… 2 saat önce bomboş olan sokaklar şimdi iğne atsan yere düşmeyecek denli dolmuştu bir anda… O gece uyumak haramdı bize. Babam içerden sesleniyordu: ”Aldık mı kupayı oğlum aldık mı?”  Aldık babam aldık, hem onunla yetinmedik, arkasından Süper Kupayı da aldık…Nur içinde yat koca laz!

Kendime fren koymuyordum, aslında koyamıyordum. Kontrolum kalmamıştı; bağırıyordum, ağlıyordum, çılgınca oradan oraya koşuyordum, karşıma kim çıkarsa ona sarılıyor öpüyordum. Delirmiş gibiydim. Bu kupa yılların ezikliğinin, aşağılanmışlığının, horlanmışlığın, Edirne’den öteye geçememişliğin hıncıydı… O kupa UEFA kupası olmanın ötesinde çok başka anlamlarla yüklüydü bizim için. Ve onu ilklerin takımı Galatasaray almıştı. Benim, bizim Galatasarayımız…

17mayisbSokaklar finalist olduğumuz gecenin çok üstünde dehşetengiz kalabalıktı. Yaşlılar, çocuklar, genç kızlar ellerindeki sarı kırmızı bayrakları sallıyor, gülümsüyor, bizlere el sallıyorlardı. Üzerlerinde Fenerbahçemizin, Beşiktaşımızın formaları olan bir grup genç ellerindeki Galatasaray bayraklarıyla çılgınca bağırıyorlardı. ”Re re re ra ra ra Galatasaray Galatasaray Cim bom bom”. Onlara doğru koştuğumu hatırlıyorum. ”Seni çok seviyorum kardeşim” dediğim genç de boynuma sarılmıştı..” Ağabey, yıllardır bu anı bekledik. Yıllardır yenildik ama ezilmedik palavralarıyla uyutulduk. Sağolsun Galatasaray bize bu mutluluğu yaşattı”… Türkiye’nin mağrur insanları bu ezikliğin acısını yıllardır yüreklerinde taşıyordu. Şimdi onu yıkıp geçmiştik. Galatasaray bir devri kapatmıştı. UEFA Kupasını alanların listesinde artık 1999-2000 yılına gelindiğinde karşısında Galatasaray-TÜRKİYE yazacaktı. İşte o nedenle Galatasaray Türkiye idi. Türkiye de Galatasaray… Hakkari’den Edirne’ye herkes sokaklardaydı. İnsanlarımız bu mutluluğa açtı, susuzdu. Şimdi Galatasarayımız onlara, isteyenin istediği kadar içebileceği gürül gürül çağlayan bir şelale sunmuştu. Türkiye kana kana, doyasıya içiyordu mutluluk şelalesinden…

Ertesi gün sabaha karşı sızdığım için telefonun sesiyle uyandığımda saat 11’e geliyordu. Ankara’dan UBM müşavirlik firması Ankara Master Plan Projesi’nin Proje Müdürlüğü’nü öneriyordu…

Aylar sonrasında gelen bu telefon Galatasarayım’ın uğuruydu… Kupayı aldığımız günün ertesinde iş bulmuştum…

Uğur GÖRGÜLÜ
27 Nisan 2010 Antalya