Dinler niçin vardır? Amaçları neydi, şimdi neye hizmet ediyor? Gerçekten insanlar dinler sayesinde aradıkları mutluluğu, huzuru bulmuşlar mıdır?
İnsanlık tarihini gözden geçirdiğimizde, insanın insana yaptığı en büyük eziyetlerin, kötülüklerin din adına olduğu görülecektir. Avrupa’da kilisenin zavallı kadınları cadı diye diri diri yakması, engizisyon mahkemelerinde akla gelmedik işkenceler uygulanması, aforoz edilen bir kişinin toplumsal hayattan soyutlanarak adeta ölüme terk edilmesi, 100 yıl savaşları, Haçlı seferleri, sün’i şii çatışmaları, recm…v.s dikkat edilirse hep din menşeili katliamlar, cinayetler, savaşlardır.
Günümüzde de din savaşları, mezhep kavgaları yine aynı hızda devam etmektedir.
Buradan anladığımız şudur: Esas itibariyle insanların ruhsal huzur bulması, Yaratıcısı ile buluşması için gönderilen tüm dinler zamanla bu görevlerini yapamaz hale gelmişler, üstüne üstlük insanların birbirlerini öldürmesi, katletmesi için de bir araç haline dönüşmüşlerdir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bunda tek suçlu, dinleri işlerine geldiği gibi dejenere eden insanoğlunun bizatihi kendisidir.
Unutulan bir diğer husus da dinlerin insan için olduğudur. İnsanların yemek, içmek gibi bir gereksinimi olan “inanma ihtiyacını” gidermek, onun Yaratan’ına şükranlarını sunmada aracı olmak, dinlerin en aslî görevidir. İnsanoğlu dara düştüğünde, hastalandığında sığınacağı, medet umacağı, yaptığı ibadetlerle kendini daha iyi hissedeceği bir ulu gücün varlığını her zaman aramış, bu amaçla ilkçağlarda güneşe, ateşe tapınmış, ona adaklar adayarak Yaratıcı’ya şükranlarını sunmuştur.
Uzakdoğu dinlerinde de, semavi dinlerde de amaç insanın mutluluğu, huzurudur.
Bu genel yaklaşımlardan hareket ettiğimizde varılan nokta şudur:
İnsan ibadet anlamında, eğer ona o aradığı huzuru, mutluluğu sağlayan neyi yapmak istiyorsa ( namaz kılmak, oruç tutmak, kilisede dua etmek, törensel şaman dansları yapmak, sırtını kırbaçlamak…v.s ) onu yapmalı ve ruhsal tatminini yaşamalıdır. Ruhsal anlamda tatmin olmuş, Yaratıcısıyla bütünleşmiş her birey çok daha fazla üretken, sevecen ve topluma yararlı bir kişiliğe sahip olacaktır.
Mevcut tüm dinlerin ortak paydası budur: İnsana istediği, özlemlediği, aradığı mutluluğu, huzuru verebilmek…
Ne yazık ki, Kızılderililerin, ya da Afrika ve Avustralya yerlilerinin ilkel olarak nitelendirilen dinî inanışları bu ruhî tatmini fazlasıyla sağlarken, çok daha kapsamlı olan semavî dinlerin yüzyıllar boyunca dünyadaki gelişimi, uygulanması, sonuçları dikkate alındığında benzeri bir sosyolojik neticeden bahsetmek olanaksızdır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, tek tanrılı semavî dinlerin de ilk vahyolunduğu andaki saflığı, ulvî yapısı ve insanoğlunu yönlendirmek istediği yüksek amaçlar sonraları insanoğlunun bizzat kendisi eliyle tasfiye edilmiş, yozlaştırılmış ve dinlerin asıl gayesinden onları adım adım uzaklaştırmıştır.
Örneğin namaz kılmak, ilk emrolunduğunda insanoğlunun Yaratıcısı ile bire bir kalıp konuştuğu, O’na sıkıntılarını anlattığı, yardım istediği, verdiği nimetler için şükranlarını sunduğu çok yararlı bir ibadetken, sonraları namazın sadece şekli boyutu önem kazanmış, günde 5 vakit belli duaların okunduğu rutin bir işe dönüşmüştür.
Bu noktada aklıma gelen tarihî bir öyküyü aktarmak istiyorum :
”Hızır a.s tüm dünyayı gezen ve insanların başı sıkıştığında onlara Allah’ın ona bahşettiği güçle yardımcı olan üstün bir ruhtur. Hızır, yine dere tepe gezerken bir köyde yüksek bir yerden aşağıya kendini salıp yuvarlanan ve daha üstünü başını temizlemeden aynı işlemi tekrarlayan bir adam görmüş.
Adamı bir süre seyreden Hızır a.s merakını yenemeyerek adama sormuş:
– Arkadaş sen ne yapıyorsun böyle?
– İbadet ediyorum.
Hızır a.s şaşırmış ve uzun uzadıya ibadetin böyle yapılmaması gerektiğini, namaz kılmayı, namazın şartlarını detaylarıyla anlatmış ve gönül rahatlığıyla oradan uzaklaşmış.
Adam, büyük bir hevesle namaz kılmaya başlamış, ama bir müddet sonra kaçıncı rekatta oturması gerektiğini unutmuş ve korkuyla yerinden fırlayıp Hızır’ın peşine düşmüş. Hızır a.s bir bakmış ki arkasından nefes nefese biri sesleniyor:
– Yabancı, yabancı, ben nerede oturulacağını, nerede selam verileceğini unuttum, şunu bir daha anlatır mısın?
Hızır a.s o sırada suyun üzerinde koşarak bir nehri geçiyormuş. Bir bakmış ki o adam da hiç farkında olmadan ona yetişmek için koşuyorken suyun üstünde tıpkı kendisi gibi yürüyebiliyor!
O anda o cahil adamın da ermiş biri olduğunu anlamış. Anlamış ki ibadet etmenin şekli şemaili olmaz. Ve ona seslenmiş:
– Arkadaş, sen nasıl biliyorsan öyle ibadet etmeye devam et !”
İnsanoğlunun unuttuğu şudur: İbadet etmek, zoraki yapılması gereken, belli şekilleri olmasına rağmen, asıl gayesi, şekli yapısının gerisinde kalan bir “iş” değildir. Yani oruç tutmak salt aç kalmak ya da namaz kılmak 5 vakit arapça bir takım dualar okunarak yerine getirilecek zorunluluklar olmadığı gibi, zekât da illaki Ramazan Ayı’nda verilmesi zaruri olan bir yardım değildir. İnsan dinsel yaklaşımlara göre belirlenmiş süreçler haricinde de, ne zaman isterse gücü yettiğince mal, para veya hizmet verebilir. Ya da gün içinde ne zaman isterse Allah’a yakarabilir. İnsanoğlu bu nüansı artık yakalamalıdır.
Unutulan bir diğer husus da Tanrısal vahiylerin bir bütün olduğu olgusudur. Yani Naakal tabletlerinden, Sümer yazıtlarına, Zebur’dan Kur’an’a kadar tüm Tanrısal vahiyler, insanoğlunun o anki bilinç seviyesi muvacehesinde bilgiler içeren ve birbirinin mütemmimi olan kaynaklardır. İnsanoğlu Yaratıcısı hakkında bilgi sahibi olmak, O’nun insan için yarattığı âlemleri iyi anlayabilmek için bu bütünü birlikte okumak, değerlendirmek zorundadır. Bu kaynaklardan birini benimseyip diğerlerini reddetmek Tanrısal vahiylere yapılmış en büyük haksızlıktır. Zaten bu nedenle Kur’an sırf Araplara indirilmiş gibi gözükmekte, Tevrat sadece Yahudilerin elinde tekelleşmede, İncil onca yıpranmasına rağmen belli bir topluma mal edilmektedir. Oysa tüm bu bilgi kaynaklarını bir bütün olarak değerlendiren kişinin gördüğü, hepsinin, birlikte okunduğunda tam anlamına kavuştuğudur.
Bazı yazarların, kutsal kitapların, eski uygarlıklara ait yazıtlardan ya da birbirlerinden bazı pasajlar içeriyor olmasını, bunların Tanrı katından gönderilmediği, aksine insanoğlunun eski yazıtlardan kopyalayarak kendisinin hazırladığı savını destekleyen kanıtlar olarak sunması, ne kadar da hatalı bir yaklaşımdır. Oysa bu husus bilâkis Tanrı’nın bilgi pınarlarının, insanoğlundaki gelişime paralel olarak nasıl yavaş yavaş açıldığının, eski kitap ve yazıtlarda verilen bilgi ve doğru yaşam öğretilerinin nasıl insanoğlunun düşünsel düzeydeki tekâmülü istikametinde inkişaf ettirildiğinin en büyük kanıtıdır.
Bu nedenle insanoğlu kendini yine kendi eliyle oluşturduğu yapay kutsallardan kurtarmalıdır. Kiliselerde süslü püslü giysilerle günah çıkartan papazlar, filanca duayı oku koca bulursun diye fetva veren hocalar dinlerden nemalanan aşağılık sefil varlıklardır. İnsanoğlu bunu iyi analiz etmeli, iyi gözlemlemeli ve müthiş bilgiler içeren Tanrısal vahiyleri duvarlara asıp tapınacağına, içeriğine vakıf olmak, bilgilenmek ve doğru yaşam bilgilerini edinmek için uğraş vermelidir.
Uğur GÖRGÜLÜ
12 Haziran 2008 – Antalya