490-250İnsanlar düşüncelerinde, inandıkları dogmaları savunmada özgürdür. Bu, çok doğal ve saygı gösterilmesi gereken bir haslettir. Yaşamım boyunca her zaman özgürlüklerden yana bir tavır sergilemişimdir ve bunun artık doğal bir parçam olduğunu görüyorum. Yani demek istediğim; artık bu inancın bende bir yama gibi durmadığına, yapmacık olmadığına, sözlerimde yaşantımda çelişkiler yaratmadığına inanıyorum…

Yukarıdaki paragrafın, bir zamanlar bende bu çelişkilerin olduğu anlamını verdiğinin farkındayım. Gerçekten de vardı…Cumhuriyet, demokrasi, özgürlük… Bu kavramları dilim savunurdu, çünkü o zamanki baskın inanç dürtüsü, sadece bu değerleri savunmam gerektiğini söylüyordu, içeriği değil ; çünkü içeriğinden bîhaberdim…

Bu nedenle de fiiliyatta çelişkilerim olduğunu şimdi geçmişimi analiz ettiğimde görüyorum.

Bence insanlar yıllar geçtikçe düşünsel anlamda rafineleşiyorlar. Bakış açıları genişliyor, olayları bir kaç yönüyle değerlendirmesini öğreniyor.

Bu yapınızla size dayatılan dinsel ögeleri sorgulayabiliyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki çoğu safsata, gerçek tamamiyle farklı.

Dağa taşa adını yazdığınız politikacıların, gün geliyor, ülkeyi bölmeye çalışan tarikat şeyhlerine övgüler düzdüğünü, hainliği kanıtlı padişahın hain olmadığını söylediğini görüyor ve yıkılıyorsunuz!

dusunce-ozgurlugu-431-I1

İlkokul, ortaokul ve lise yıllarında sıkıntılı bir zorunluluk halinde sadece törenlerde adı anılan, gözleri, saçları için yazılmış bir iki şiirle göstermelik yâd edilen Yüce Önder’in nerdeyse mitolojik bir kahraman olduğuna inandırılmanıza ramak kalmışken, bir anda gözleriniz açılıyor ve O’nu keşfediyorsunuz! Size şimdiye kadar öğretilenlere bakıyorsunuz, bir de gerçeklere! Şaşırıyorsunuz…

*********

Ben, cumhuriyetçiyim. Kemalistim. Kuva-yi milliyeciyim. Ne 2. cumhuriyetçiyim, ne mandacı, ne de  başka bir şey! Ne komünizm, ne faşizm ne de diğer izmlere hiçbir zaman yakınlık duymadım bundan sonra da duymayacağım aşikâr!..

Dâhi düzeyinde bir düşünce yapısı ve kararlarındaki, öngörülerindeki müthiş isabet oranıyla Yüce Önder’in büyük bir devlet adamı, eşsiz bir komutan olduğunu görüyor ve ne zorluklar, ne olanaksızlıklar içinde neleri başardığını hayretle, şaşkınlıkla fark ettikçe O’na olan sevgim, saygım gün be gün artıyor…

O’nun Türk ulusuna olan aşkı, inancı beni ağlatıyor! Emperyalist güçlere kararlılıkla kafa tutuşu gururumu okşuyor, göğsümü kabartıyor! Şeriatçılara, kürt bölücülere nasıl müdahale ettiğini gördüğümde, günümüzdekilerin beceriksizlikleri ve bu bölücülerle işbirlikleri geliyor aklıma, o zaman kahroluyorum!

Hele hele küçücük çıkarları uğruna, Atatürkçülük’ün şemsiyesine sığınarak şeriatçılara şakşakçılık yapanları gördükçe acaba diyorum, acaba Atatürk, Türk Ulus’una olan inancında yanıldı mı? Ülkeyi gün be gün resmen “satan” bu dönme neolaikleri hâlâ savunanların olması, AB uğruna bizlerin onurlarının yerlerde sürünmesi, kapitülasyonların yeniden hortlaması, Ermenilerin artık bizimle dalga geçmesi, Kıbrıs’ın neredeyse elden çıkacak konuma gelmesi, Kürtlerin Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da otonomiden bahsedecek cesareti göstermeleri, ülkemin pasaportunun Dünya’nın çoğu ülkesinde, özellikle Avrupa’da beş paralık değerinin olmaması, bütün bunlar acaba diyorum bir başka ülkede mi cereyan ediyor? Tüm bunların hepsinin de Atatürkçülüklerine söz söyletmeyen hükümetler döneminde gerçekleşmesi bir ironi değil de ne?

Öyleyse Atatürkçülüğü ben mi yanlış algılıyorum, yoksa bunlar Atatürkçü değil mi?

***********

Ben özgürlükçüyüm; özgürlükler ancak onun ruhunun anlaşılabildiği oranda anlam kazanır. Çoğulcu ve katılımcı demokrasilerde hukukun sınırlarını çizdiği düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğü, kişilerin, olaylara kendilerince yorumlar yaparak başka anlamlar yüklemesini engeller niteliktedir. Toplum katmanlarının büyük bir çoğunluğu tarafından kabul görmüş ve benimsenmiş sosyal, siyasi, ekonomik ya da hukukî anlamdaki yerleşik yapının azınlıkta kalan başka bir siyasal akım tarafından “düşünce özgürlüğü” maskesi altında değiştirilme çabaları, eğer eylemsel bir kimliğe bürünmüşse, o zaman devletin  emniyet supaplarının otomatik bir refleksle devreye girmesi, varlığını tehlikeye atan bu tip hareketleri yok etmeye yönelik olarak değerlendirilmeli ve doğal karşılanmalıdır. Yani, özgürlüğün sınırları bir başkasının hakkına tecavüz noktasındaysa, bu, onun artık özgürlük kapsamından çıkıp “gasp” tanımına girdiğini göstermektedir.

scsa

İnsanlar özel yaşamlarında istediğini giyer, istediği şekilde ibadet eder, neye inanmak isterse ona inanır, inancı doğrultusunda yaşar, ona kimse karışamaz, kimse müdahale edemez; bu, özgürlüğün temel felsefesi gereğidir.

Ama hassas bir ayrıntıyı da bu noktada yakalamak gerekir. Çoğunluğun üzerinde hemfikir olduğu ve ortak yaşamı düzenleyen kuralların, kişisel özgürlüklerle gerilim yaratacak ölçüde çatışması, hem devletin kurumlarını hem de özgürlük kavramını yıpratan bir durumdur ki toplumsal uzlaşı da bu şartlar altında tehdit altında demektir. Yani demek istediğim nasıl ki yerleşik kurallar gereği devlet memuru bir karış sakalla, şortla işe gelemiyorsa, nasıl ki, askerler her gün tıraş oluyorlarsa, nasıl ki mini etekle, makyajla kız öğrenciler okullara alınmıyorlarsa, “dini inanışım gereği” deyip sıkmabaş kafalarla üniversitelere girmek isteyenler, bu halleriyle polis ya da zabıta memuru olamadıkları için haksızlığa uğradıklarını iddia edenler de özgürlüklerinin gasp edildiğinden bahsedemezler.

Aslında şeriat özlemlilerinin militarize kuvvetleri olan bu kandırılmış zavallı kızlarımız, masum birer özgürlük savunucusu değil, sisteme başkaldırı provalarının aktörleridir. Eğer siz, toplumun çok büyük bir kesimi tarafından benimsenmiş kuralları değiştirmek için dini kullanarak, insanların bu en kutsal duygularını sömürürseniz, yaptığınız hareket özgürlük tanımına değil bozgunculuk, ayrımcılık ve hatta terör tanımına girer !

Düşüncelerin aktarılmasında da durum aynıdır. Yıllarca ne acıdır ki, Türkiye’de düşünmek bile suçtu. Sağcı, solcu, dinci, milliyetçi bir çok yazar, çizer, aydın, bilimadamı bu nedenle tutuklandı, cezaevlerinde yattı, dövüldü, öldürüldü. Bu durumun doğaldır ki, özgürlük kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Düşünce eyleme dönüşmediği sürece suç olmamalıdır! Herkes kendi düşüncelerini bir başkasına zorla kabul ettirmeden özgürce anlatabilmeli, bu amaçla kitaplar, broşürler yayınlayabilmelidir. Nitekim dinci cenahın önde gelenleri gerek yazdıkları kitaplarla, gerekse çeşitli gazetelerle bunu yıllardır yapagelmektedir. Örneğin kapatılan RP’nin bir zamanlar Ankara Milletvekili olan Hasan Hüseyin CEYLAN “BÜYÜK OYUN” adlı kitabında bakın neler diyor:

“…Sultan Vahideddin, M.Kemal’i Anadolu’ya ve Samsun’a göndermeye ikna ettikten sonra, kendisine kadife kutu içerisinde verdiği altının miktarı tamı tamına 40 000 altındır. Üstelik bu altınlar Sultan Vahideddin’in tamamen şahsi servetidir. Çünkü Sultan Vahideddin gayet kıymetli, kendisine ait yarış atlarını satarak bu birikimi elde etmiş ve bunu da kadife kutu içerisinde M.Kemal’e vermiştir.

Üstelik Samsun’a hareket edene kadar verilen miktarlardan başka bir 400 000 altın meselesi daha var…..İşte bu büyük maddi yardımın arkasındaki tek adres, makam-ı hilafet ve tek kişi de kendisine bütün bu yaptıklarına rağmen, ‘vatan haini’ damgası vurulmak istenen Halife-Sultan Vahideddin’dir.”

H.H.CEYLAN’ın kitabındaki uydurukluklar böylece devam ediyor ve sonunda anlıyoruz ki, Atatürk’e önce içinde 40 000 altın olan bir kadife kutu ( biraz gülmeniz için bu konuyla ilgili T.ÖZAKMAN’ın “Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar” adlı araştırmasının 282. sayfasını okumanızı öneririm.) ve sonrasında da 400 000 altın ve toplamda peyderpey gönderilenlerle birlikte cem’an 866 000 altın verilmiş oluyor. Tüm bu hayal mahsulü masallar da Vahideddin döneminin Şeyhülislam’ı M.Sabri Efendi’nin Mevkuf-u Akl adlı eserine(?!) dayandırılıyor. Ancak bu kitabı gören bilen yok. Kitapta ne bir belgeden bahsediliyor ne de bir kanıttan. M.Sabri Efendi’nin bir takım kulaktan dolma rivayetleri, belgesiz dayanaksız iddialarını yazdığı yani dedikodu yaptığı 468 ve 469. sayfalar tüm bu cenahın dört elle sarıldığı sözde belgeler !

Bu konunun somuta indirgenmesi için bir örnek daha vermekte yarar görüyorum. Turgut ÖZAKMAN’ın yukarıda adını verdiğim kitabında, Atatürk’ün Kurtuluş Mücadelesini başlatmak için Samsun’a gittiği Bandırma Vapur’u ile ilgili çok çarpıcı bir tespiti daha var. Dinci kesimin uslanmaz atmasyon kralı H.Hüseyin CEYLAN bir kitabında Bandırma Vapur’unun bizlere tarih kitaplarında öğretildiği gibi eski ve küçük bir gemi olmadığını, lüks ve büyük bir vapur olduğunu yazıyor ve resmini de gösteriyor. Turgut ÖZAKMAN, o resmi buluyor ve bakıyor ki, H.Hüseyin CEYLAN’ın, ATA’nın Samsun’a çıkarken bindiği vapur diye insanlara yutturulan gemi resmi 1950’lerde inşa edilen bir başka Bandırma Gemisi’nin resmi !!!

Vahideddin’in hain olmadığını kanıtlamak, hatta onu Kurtuluş Mücadelesi’nin mimarı gibi gösterecek bir takım zorlamalı hayali olaylar üretmek “düşünce özgürlüğü” çerçevesi içinde kalıyor gibi görünse de O eşsiz lidere yapılmış çok büyük bir haksızlık değil midir?

H.Hüseyin CEYLAN, ülke gerçeklerinin farkında olan birisi ve hedef kitlesinin büyük bir çoğunluğunun okuma, araştırma, düşünme, yorumlama yetisinin fazla olmadığını biliyor. Kendisini, dininde imanında, halkı aydınlatmak için görevli bir mehdi gibi göstererek de bu kitle üzerinde büyük bir saygınlık yarattığının bilincinde… Biliyor ki, kendisi ne anlatırsa, neyi şırınga ederse cahil ve dini bütün halk onun sözlerine inanacak, o da İslam dininin kesinlikle yasakladığı, hatta Müslümanlıktan azledilme nedeni olarak gösterdiği “İFTİRA ATMA” suçunu, kendisine birilerinin verdiği görevi yerine getirmek için, hiç çekinmeden, hiç utanmadan işliyor…

Atatürk’ü, O’nun eşsiz mücadelesini küçültmek alçaltmak, gözden düşürmek için çaba harcayan sadece H.Hüseyin CEYLAN değil elbet; ancak konu harici olduğu için bu konuda başkaca örnek vermek istemiyorum. Merak edenler Turgut ÖZAKMAN’ın “Vahideddin, M.Kemal ve Millî Mücadele-Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar” adlı kitabını okuyabilir.

Dinci kesimin önemli yayın organlarından “VAKİT” gazetesinin de gerçekleri çarpıtarak, yalan yanlış haberler basması ve Mustafa Yücel ÖZBİLGİN gibi bir vatanseverin haince katledilmesi ile sonuçlanan tahrik edici, kışkırtıcı yayınlar yapması  “düşünce özgürlüğü” sınırları içinde mi değerlendirilecektir?

170_63_680_252_1673-Ataturk---Dusunce-Ozgurlugu

Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayıp Atatürk’ü sevmeyen birini, siyasi görüşü ne olursa olsun, bir noktaya kadar anlayabilir ve bu düşüncesine saygı duyarım. Ancak hakikatlerin, yaşanan tarihsel sürecin, sanki vatandaştan saklandığı için, aslında hepimizin bildiği gibi değil de güya bu zevatın anlattığı şekilde cereyan ettiğini savunanların bu yalanları da mı düşünce özgürlüğü kapsamında telâkki edilmelidir?

Düşünce özgürlüğü ve düşüncelerini başka insanlarla paylaşma nereye kadar “DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ” sınırları içinde addedilebilir, nereden sonrası terör kapsamına girer, işte buna verilecek en güzel örnek yukarda kısa alıntılar yaptığım kitap, gazete ve yazarları ile sanıyorum dimağlarda iyice belirginleşmektedir.

Bence inandıklarını savunmakla, müfterilik mertebesinde yalan neşriyat yapıp insanları kışkırtmak, onları aydın, çağdaş kişileri öldürmeye azmettirmek, rejime, ülkenin kurucusuna düşman etmek arasında çok fark vardır.

Kemalizm’le, laik demokratik cumhuriyetimizle kavgalı olanların düşünsel düzeyi aşarak, düzeni değiştirmeye yönelik çabalar içine girmesi, her türlü yalan, iftira ve hile ile halkı kandırması, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tehdit eder bir hüviyet kazanması demektir ki, bu da suçtur!

Atatürk, hayatının hiçbir döneminde yalana başvurmamış, kıvırtmamış, düşüncelerini yekten söylemiştir. Dolayısıyla Atatürkçülerin en büyük referans kaynakları O’nun sözleri olmalıdır.

Yüce Önder bakınız Nutuk’ta ne diyor:

“…..Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve bağlı. Millet ve ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtulmasını ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinde de değil…Bu inanca aykırı bir düşünce ve görüş ileri süreceklerin vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur….” (Nutuk, Alfa Yayınları-Sayfa:12-13)

Başkaca bir söze gerek var mı?

 

Uğur GÖRGÜLÜ

Samsun, 17 Ekim 2009