kitap-okumakTürkiye’de tartışma programlarına alıcı gözle baktığınızda konu döner dolaşır ve genelde “Eğitim şart” tümcesine dayanır. Ama aslında yönetimdekiler eğitimsizlikten beslendiği için bu tümceyi sarf edenlerin hemen hepsi yalancıdır. Hiçbir yetkili ülkedeki eğitim düzeyini yükseltmek için çaba harcamaz; kültürlü olmak, çoğunluğu ABD’den mezun züppe “Tikky”lerin İngilizce sözcükle bezenmiş cümlelerine sıkışmıştır. Gerçek kültür ise horlanır, küçümsenir, alaya alınır ülkemizde…

Her neyse konumuz bu değil. Kültürsüzlüğümüzün başlıca nedeni olarak da kitap okuma özürlü bir toplum olmamız gösterilir hep. İyi de eğitimsizliğin, kültürsüzlüğün baş tacı edildiği bir ülkede kitap nasıl okunsun ki! Hem hangi ülkede insanlara işlediği suçun karşılığı olarak “Kitap Okuma” cezası verilir Türkiye’den başka? Bizim kültürümüzde geçim derdi her şeyin önündedir. Sokaktan 10 kişi çevirin sorun “En son ne okudunuz?” diye, alacağınız yanıtların çoğunu ben söyleyeyim size üç aşağı beş yukarı: “Ya evlâdım biz geçinecek parayı bulamıyoruz, okumaya sıra mı geliyor?”  Aslında bu mazeret bir yere kadar doğru olmasına rağmen, özellikle son zamanlarda burnuna mikrofon uzatıldığında kendini olduğundan daha acınası göstermeyi adet edinmiş Türk Milleti için geçim sıkıntısı adeta bir sığınak olur onun okuma özrüne… Kılıfların en karşı koyulamazıdır geçim derdi…

Aslında  benim bugün üzerinde duracağım konu bu da değil. Ama tüm bileşenleri birbiriyle girift olmuş “kültürlü olmak” konusunda bu bileşenlerden birini diğerlerinden soyutlayıp üzerinde derinlemesine analizler yapmak doğrusu çok zormuş; bu yazıyı kaleme aldığımda anladım.

70’li yılların başlarında ilk ve ortaöğrenim müfredatı gerçekten çok zordu. Şimdi düşünüyorum da ben takdirname ile sınıfımı geçmeme rağmen bitirme sınavlarına girmiştim. Türkçe ve edebiyat derslerinde “Kitap Okumak” da ödevlerden biriydi. Ancak bu, sizin zevkinize kalmış bir ödev değildi. Türkçe öğretmeninizin siyasi görüşünden, kültürel altyapısından bolca etkilenen, onun beğenileri doğrultusunda yerine getirilmesi gereken bir ödevdi. Yani demek istediğim o yıllarda okullarda dayatılan kitaplar bence çocukları okumaktan soğutan en önemli etkendi…

Maxim Gorki

Maxim Gorki

Hiç unutmuyorum, ortaokulda Türkçe öğretmenimiz okuyup özet çıkarmamız gereken kitapları her dönem başı liste halinde verirdi. “Ve Durgun Akardı Don”, “Ana”, “Babalar ve Oğulları”, “Babasız Evler”, “Vadim O Kadar Yeşildi Ki”, şu an aklıma gelenler… Düşünsenize 12-13 yaşlarında çocuklarız ve okumak zorunda olduğumuz kitaplara bakın. Onca kitap arasında yalnızca “Dorian Gray’in Portresi”ni sevdiğimi ve biraz da ürktüğümü anımsıyorum hayal meyal. Çünkü başımızın belâsı özet çıkarma saçmalığı, sizin zevk alarak dura dura anlaya anlaya kitap okumanızın önündeki en büyük engeldi. Düşünsenize “Ve Durgun Akardı Don”un özeti nasıl çıkar, ya da “Vadim O Kadar Yeşildi Ki”nin…

Çoğu öğrenci için kitap okumak bir zorunluluktu. Türkçe dersinden geçmek için tıpkı matematik ödevi gibi, tıpkı fen bilgisi ödevi gibi yapılması gereken sıradan bir ödevdi. Kimse isteyerek, severek okumuyordu o kitapları. Zaten büyüklerin hiçbiri kitap okumazdı. O zamanki inanışa, algılamaya göre kitap deyince akla yalnızca ders kitabı gelirdi. Ailelerin kitaba verdiği para sadece çocuklarının ders kitapları için verdikleri parayla sınırlıydı. Zaten ders çalışması gereken bir zamanda kitap okuyan bir çocuk gördüklerinde büyüklerimizin tepkileri çok sert olurdu: “Bırak o kitabı, boş şeylerle uğraşacağına otur dersini çalış çabuk!” Hatırlıyorum da kitapları dersimiz gereği okuduğumuza ebeveynlerimizi inandırmakta ne de çok zorlanmıştık.

Mikhail Sholokhov

Mikhail Sholokhov

Bizim neslin tahsillisi işte bu altyapı ile yetişmişti. Geleneksel inanış gereği, roman okumak; tıpkı sanatla uğraşmak, tiyatroya, operaya veya en basitinden sinemaya gitmek gibi boş ve ders çalışmayı engelleyen zararlı bir faaliyet olarak yaftalandığından olacak bu tip eylemler sadece eğlenceyi çağrıştırırdı. Tiyatro demek kahkahayla gülmekti. Film de öyle. Sanatçı “ardiz” denerek aşağılanırdı. Kezâ roman yazarları da boş ve para kazandırmayan işlerle uğraşan kişilerdi. İş dediğin doktorluktu, mühendislikti, avukatlıktı. O nedenle bizim neslin okumuşunun çoğu bu meslekleri seçerdi; öyle şartlandırılmıştı aileleri, öğretmenleri, büyükleri tarafından. Arada birileri çıkar da “Ben tiyatrocu ya da ne bileyim ressam olacağım” derse aileleri alırdı bir telâş, “Vayyy bizim çocuk boş işlere merak sardı, ne etsek de onu bu sevdadan kurtarsak” diye… O nedenle bizim ve bizden önceki dönemlerin tiyatrocuları parmakla sayılacak kadar azdı. Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Pekcan Koşar, Kerim Afşar, Agâh Hün, Saim Alpago, Bedia Muvahhit, Şaziye Moral, Münir Özkul, Erol Günaydın, Adile Naşit… Çoğu, aynı zamanda Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik dişi kare asına karşın Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, Ayhan Işık erkek kare asıyla yapılan birbirinin aynı filmlerin vazgeçilmez “fon”larını oluştururlardı. O nedenle o tiyatroculara aleyhlerindeki onca şartlanmışlıklara, en başta ailelerinin onca karşı koymasına rağmen tiyatro yapmayı seçtikleri için müthiş bir saygı duyarım. Şimdilerde ise gözlemlediğim, o katılığın, o anlayışın oldukça değiştiği… Bu nedenle olacak tiyatroya, sinemaya yöneliş, sanatı hobi değil de bir meslek olarak benimseme ve bu mesleği seçenleri aşağılamama, onlara saygı duyma bir yere kadar yerleşti diyebiliriz. Eskiden filmlerde oynayan sanatçıların hemen hepsini tanırdık. Çünkü zaten hepsi bir avuçtu. Tiyatroda da öyle. Ama şimdi sinemalarda Türk filmi afişlerinde adını sanını duymadığım başrol oyuncularını görüyorum. Bence anlatmaya çalıştığım anlayış değişiminin en büyük göstergesi bu olsa gerek…

Kitap okumaktan girip nerelere geldik…

Ama biraz derinlemesine düşündüğümüzde hepsinin birbiriyle ilintili olduğu görülecektir. Sanattan gerçekten zevk almak kültür devrimini tamamlayamamış ve hâlâ tebaa olmaktan, feodal düzenin baskısından kurtulamamış Türk toplumuna çok uzak bir olgudur kanımca.

Bir de şu var; Türk toplumu hep en uçlardadır nedense. Ya tam kütüktür, ya tam entel. Ortalarda adam bulmak çok zordur. Entel olunca da haliyle sinemaya gitmek, kitap okumak bir zorunluluktur. Ben inanın bu tip çok adamla karşılaştım; yani sinema günlerinde gözleri kan çanağına dönene kadar film izleyen, ya da bilmem kimin son kitabı yayınlandığında millete madara olmamak için o kitabı mecburen hemen alıp okuyan kişiler bunlar. Yani anlatabiliyorum değil mi? Zevk aldığı için değil entelektüel çevresinde bu unvanını yitirmemektir tek uğraşısı. Bunun, ders için kitap okumakla ne farkı var? Bence yok…

Gençken güneş, deniz, kızlar, renkli caddeler tüm cazibesiyle bir adım ilerinizde canlı canlı dururken oturup kitaplardaki kargacık burgacık harflerin oluşturduğu dünyayı tahayyül etmeye çalışmak çok da çekici bir uğraş olmasa gerek. Kitaplardaki dünyayı keşfetmek bazen çok uzun bir  süreç gerektirebilir. Bazen de –Türk toplumunun çoğunda olduğu gibi- hayatınız boyunca bu keşfi hiç yapamayabilirsiniz. Kitapçılardaki o farklı atmosferi, kitap kokusunu, harflerin oluşturduğu gizemli dünyayı ayrımsadığınızda ise hayatınız değişecektir inanın.

Hiç unutmam gencecik bir mühendis olarak mesleğe yeni başladığım yıllarda, o zaman 60’larında olan Proje Müdürümüz bana “Uğur bu şantiyecilik öyle bir şey ki, popona çimento tozu bir kez kaçmaya görsün, ölene kadar kendini buralardan kurtaramazsın” demişti. Çamur deryası içindeki inşaat sahasında bin türlü dertle üstelik haftanın 7 günü aralıksız uğraşmak beni o yıllarda acayip sıkarken sonraları şantiyecilik vazgeçilmezlerimden biri olmuştu… Ne tuhaf!

Kitapla haşır neşir olmak bence “En son ne okudunuz?” anket klişesinin zoraki yanıtından çok, bireysel gelişmişliği sağlama işlevselliğinde olmalıdır. O nedenle kişi “Ben üniversite bitirdim”, ya da “Ben üniversitede okuyorum, bu yüzden kitap okumam gerek” cenderesini mutlaka aşmalıdır. İstemiyorsa okumasın! Günün birinde mutlaka ilgisini çeken bir konuda yazılı kaynak araştıracaktır illâ ki… İşte o an, onun yaşamının dönüm noktası olabilir.

Bedensiz varlıklar, ruhun astral seyahati, reenkarnasyon bir zamanlar çok ilgimi çekiyordu. Aslında hâlâ çekiyor. Ama bu konularda kendim de neredeyse bir otorite olduğum için artık her önüme geleni değil de,  bu alanda saygınlığı tartışılmaz araştırmacıların kitaplarını alıyorum şimdilerde. Kim bilir, belki ben de yazacağım ilerde bir şeyler…

Neyse, o tarihlerde  pek de kitap okuma alışkanlığı olmayan ben, her şeyi bir kenara bırakıp nasıl da kitapçılarda fellik fellik konu ile ilgili yayın aramış, bulabildiğim her kitabı, dergiyi son kuruşuma kadar harcayarak satın alıp nasıl da somururcasına okumuştum, şimdi anımsıyorum da, bu niye bir başkasının başına da gelmesin ki?

Örneğin herkes Dünyaca ünlü klasikleri sevmek zorunda mıdır? Bu da tartışılabilir. Madam Bovary, Goriot Baba, Diriliş, Anna Karenina…vs. Yani bir kişi kitap okumaya başlamayı arzuluyorsa ilk önce klasikleri mi hatmetmelidir? Bence değil. Bu belki de onun, kitap okumaktan iyiden iyiye soğumasına neden olacaktır. Yani, ilkokul çağındaki bir çocuğa atom fiziği dersleri vermek gibi bir şey bu.

Kitap okumanın bir “zorunluluk” olmaktan kurtarılıp bir “ihtiyaç”a dönüştürülmesi Türk insanı için kim bilir daha ne kadar uzun bir zaman gerektirecek. Aslında tarafsız gözle düşünüyorum da, eğitimsiz olmanın, kültürsüzlüğün, magandalığın, cehaletin el üstünde tutulduğu, özellikle korunup kollandığı bir toplumda bunca olumsuzluğa rağmen hâlâ yaşamını yazarak kazanan insanlar olması, şehirlerimizde en azından bir kütüphanenin, bir kitapçının bulunması yine de bana çok da umutsuz olmamam gerektiğini söylüyor.  Yıllardır vasat ve sıradan sanatsal yapıtların  toplumumuza türünün en iyileri olarak dayatılmasından olacak, okuma yazma bilmeyen bir çingenenin müzik yarışmalarında jüri üyesi olması, ya da bir inşaat demircisinin hiçbir eğitim almadan sinema yönetmenliği dahil neredeyse her sanat dalında “baş yapıtlar”(?!) vermesi ve işin en acısı bunlar gibi onlarcasının baş tacı edilip en büyük sanatçı ilan edilmeleri, bizim insanımızın sanat anlayışının özel olarak vasat ve vasalaltında tutulduğunu  göstermiyor mu sizce de?