firmaprofiliSitemizin 2. Sene-i devriyesini idrak ettiğimiz bir dönemde böyle bir yazıyı kaleme almak istedim. Aslında bu beni bayağı üzen bir konu. O nedenle nereden ve nasıl gireceğimi pek bilmiyorum.

Psikiyatr Prof.Dr.M.Kerem Doksat’ın harika yazılar yazdığı, benim de tiryakisi olduğum, bir blog sitesi var. Bir Türkçe virtüözü olan Sayın Doksat, aynı zamanda dilbilgisi kurallarını harfiyen dikkate alan üslubuyla da takipçilerinin hayranlığını kazanıyor. Hattâ öyle ki, kendisi yeni kurallar öneriyor ve önerilerini yazılarında kullanıyor. İzlemenizi tavsiye ederim.

Dikkat ediyorum, tıp âlemi mensuplarında kendi mesleklerinin yanı sıra, güzel sanatların özellikle müzik alanıyla iştigal etmek çok daha yaygın. Doktor Alâeddin Yavaşça’nın o birbirinden güzel bestelerini bir düşünün. Ya da gençliğimin vazgeçilmezi Dr. İhsan Ünlüer’in Cumhuriyet Gazetesi’ndeki lezzetine doyum olmayan mizah yazılarını, karikatürlerini, diş hekimi merhum Orhan Şener’in unutulmaz sesini, yorumunu…

Tarihimiz boyunca da hani o meşhur “Tıbbiyeden her şey çıkar, ara sıra da doktor” sözünü kanıtlarcasına çok sayıda tıp tahsili almış yazar, ses sanatçısı, ressam, bestekâra rastlarız.

Oysa mühendislik nosyonu sahibi meslektaşlarımız arasında sanatın herhangi bir dalıyla uğraşan pek yoktur. 1997 yılında kaybettiğimiz inşaat mühendisi bestekâr Erdoğan BERKER’den başka aklıma kimse gelmemesi de bunun en büyük kanıtı. O nedenle hani tıbbiyelileri bu anlamda kıskanmıyor da değilim…

Bunun bence 2 önemli nedeni var:

1- Ne yazık ki, okullarımızda edebiyat, Türkçe dersleri öyle pek fazla önemsenmez. Herkes, ülkedeki tüm öğrenciler sanki “fen adamı” olmak zorundaymış gibi, fen bilimlerine devam etmeyi bir üstünlük aracı olarak görür. Yani demek istediğim; toplumdaki genel kanaate göre fen ve matematik dalları diğer tüm dallardan üstündür. Sosyal bilgilere, edebiyata, Türkçe’ye yatkın kişiler bile hiç sevmedikleri halde fen ve matematik ağırlıklı meslek dallarına yönelme zorunluluğu hissederler ve günümüzün tabiriyle “sayısalcı” olurlar. Çünkü şartlanmışlıklar der ki, “ Bu çocuğun kafası matematiğe, fiziğe basmıyor. Aptal herhalde. Amaaan girsin o zaman filolojiye, sosyal dallara falan, ne yapalım!…” Yani düşünebiliyor musunuz; sosyal bilimlere, edebiyata, filolojiye hani “Bizim oğlan okumadı bari bir ehliyet alsın da kamyon şoförü/taksici olsun” mantığıyla yaklaşan belki de tek millet biziz!!!! İşte o zaman da o çocuğun içindeki tüm edebî duygular körelir gider, zira zanneder ki edebiyatla, yazıyla, şiirle, romanla, güzel sanatlarla ilgilenmek boş ve elinden hiçbir iş gelmeyen adamların uğraştığı konulardır. Ve eğer bu konularla ciddi olarak ilgilenirse kendisine “çiçek, böcekle” uğraşan bir marjinal aptal damgası vurulacağını düşünür! Bıyık altı muzip gülümsemelerin ve küçümseyen cümlelerin muhatabı olacağını sanır!

2- Eh, yukarıdaki koşullanmışlıklarla yoğrulmuş gençlerin bir de inşaat mühendisi, hem de bir şantiyeci olduğunu düşünün… Genel bir algılayış özellikle inşaat mühendislerini öyle bir şartlamıştır ki, mühendisliğin yalnızca şantiyecilik yapmak olduğu sanılır. Yani projeciler, müşavirler, malzemeciler, kontrol mühendisleri, akademisyenler nedense pek meslekten sayılmaz. Bunu bizatihî şantiyelerde üretimle ilgilenen meslektaşlarımız dile getirirler ve bilirim ki asıl işi kendilerinin yaptıklarını düşünüp diğer disiplinleri küçümserler. Onların tek işlevlerinin sâdece şantiyedeki üretimin kesintisiz devam edebilmesini sağlamak olduğunu düşünürler. Yani tek amaç kazıdır, kalıptır, demir döşemektir, beton dökmektir. Hepiniz, illâ ki projeleri hazır olmadan “acele” diye başlayan şantiyelerde el yordamıyla iş yapmışsınızdır ve projeler de işte dosyada bulunsun da ilerde rezil olmayalım diye sonradan imalata göre “rölöve” olarak hazırlanmıştır. Doğal olarak Pazar günleri bile işçilerle, taşeronlarla, malzemecilerle haşır neşir olan bir şantiye mühendisi/şefinin bu hızlı tempo içinde yazıyla pek işi olmaz. Zaten işin yazı, çizi kısmını da sevmezler. Mecbur kalıp yazdıkları resmî yazılar da genelde dil bilgisi anlamında felâkettir. Bu konu kendilerine hatırlatıldığında savunmaları klâsiktir: “Ne demek istediğimi anladıysanız mesele yok. Edebiyatçı değiliz her halde…” Aslında bu son cümle tek başına olayın özetidir; zira şantiyeci gözünde “edebiyat” ve “edebiyatla uğraşmak” burun kıvrılan, küçümsenen, neredeyse alaya alınan boş bir uğraşıdır ve şantiyede erkeklere mahsus bir dolu dünyevî sorunla mücadele etmenin verdiği hazzı bir kenara bırakıp edebiyata bulaşmak, tiyatroya, operaya gitmek, kitap okumak gibi entel dantel şeyler, takdir edersiniz ki, ekmeğini taştan çıkaran taşfırın mühendislerinin “delikanlılık” anlayışına terstir ve “delikanlıyı bozar”…

Ezberci ve sâdece sonuca odaklı test kültürüne endekslenmiş günümüz eğitim(?!) sisteminin yarış atları, yani zavallı öğrencilerin kişiliğini oluşturma, algılama ve öğrenme hassalarının en üst düzeyde olduğu 7-20 yaş döneminde, içinde bulunduğu stres yüklü sorumluluklar ve salt kazanmaya odaklanmış başarı tarifi nedeniyle bencil, acımasız ve duygusallıktan uzak bir yapı kazanmaları son derece doğaldır. Ve bu yapıdaki makineleştirilmiş genç insanların sonraki meslek hayatlarında BAŞARI=PARA denkleminin hâkim olması kaçınılmazdır. Sizce bu manzaradan romantizm, şiir, yazın, ince bir ruh yapısı çıkabilir mi????

Aslında biyoloji de fen bilimlerinden birisidir ancak biyolojinin sayısallığı kanımca fizik gibi matematik gibi bilimlerin sayısal yapısından farklıdır. İlgi alanı canlılar olan tıp âleminde her gün yaptıkları ameliyatlarla ya da tedavilerle birçok hayat kurtaran doktorların bir süre sonra kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri gibi görmeleri ve mistik bir havaya bürünmeleri, onları ister istemez daha rafine zevklere ve dolayısıyla sanata, özellikle musıkiye yöneltiyor olabilir düşüncesindeyim. Mühendisliğin de hizmet alanı canlılardır. Ancak tıbbın işini gördüğü mahalle, inşaat mühendisinin üretim sahası birbirinden çok farklıdır ve bu farklılaşma tıbbiyeli ile mühendisin karakterini belirleyen önemli bir etkendir. Bir dünya liderine açık kalp ameliyatı yapan ve o liderin kalbini elinde tutan cerrahın kendini bir süreliğine de olsa Tanrı’nın yerine koymasını engelleyemezsiniz. Bu müthiş bir duygudur ve her insanın içinde bulunan o Tanrısal öz, cerrahın hayat veren ellerini her türlü dünyevî hazzın çok ötesinde bir başka boyuta taşımaktadır. Bunun parasal bir karşılığı yoktur. Tabi benim yaptığım bir genelleme; karşısındakini kendisi gibi aynı özden gelen bir insan olarak değil de para kazanacağı meta olarak gören doktorlardan bahsetmiyorum…

Oysa mühendisin üretim sahası çok gerçektir. Bu dünyaya aittir. Toz toprak ve müthiş bir devinim içinde, bir iş programına bağlı olarak belli bir süreçte tamamlanması gereken bir bina, yol, baraj ya da boru hattının gün be gün gözünüzün önünde şekillenmesi, yüzlerce işçinin, kalfanın, mühendisin taşeronun, tedarikçinin dikkatli ve hassas bir şekilde organizasyonu, her an şantiyenin herhangi bir noktasında meydana gelen sorunlar karşısında verilecek anlık kararlarla mümkün olabilmektedir. Ve bu yüzden de tüm organizasyondan sorumlu proje müdürü, şantiyenin yönetiminden mesul şantiye şefi ve diğer saha mühendisleri başka bir işle uğraşmaya fırsat bile bulamamanın yorgunluğuyla hergün akşam saatlerinde düşleyebildikleri tek güzelliğin sıcak yatakları olduğu korkunç gerçeğiyle karşı karşıyadırlar.

Mesleğin tasarım boyutuyla iştigal eden mühendislerde, cerrahlarda olduğu gibi sanatsal faaliyetlere bulaşmak kanımca çok daha yaygın. Bunu ben sadece daha çok boş vakti olmaya yoruyorum. Gerçi beğendiği bir müzisyenin konserine gitmek, ya da imza günlerinde sevdiği yazara kitap imzalatmak için eğer içinizde dayanılmaz bir arzu duyuyorsanız, en büyük şantiyeleri de yönetseniz bence gereken zamanı yaratırsınız. Bu tamamen size bağlı. O nedenle ben “Valla abi kafamı kaşıyacak zamanım yok” sözünü fazla inandırıcı bulmuyorum. Yani eğer kişi “akşam olsa da yatsak” mantığındaysa mühendis de olsa doktor da olsa onun için fark etmez; kendine ayırabildiği altın değerindeki kısıtlı zamanını ya televizyon karşısında uyuklayarak geçirir, ya da kahvehanelerde… Bu onun yaşam biçimidir zira…

Türkiye’deki yerleşik zihniyete göre alışılagelmiş davranış tarzları olağan karşılanır. Bu tarzın dışındakiler marjinaldir. Şantiye mühendisleri için normal karşılanan tipleme; rakı sofrasında dudağından eksik etmediği sigarasıyla türkü ya da arabesk dinleyen, bağıra çağıra konuşan, anoraklı, pos bıyıklı, “delikanlı” adamlardır. Bunlar yanlış demiyorum, ya da kendilerinden küçümser bir tarzda bahsetmiyorum. Ancak “Biz şantiyeciyiz, böyle giyinip, böyle yaşamak, böyle davranmak zorundayız.” yanlış algısını yıkmak gerekir.

Mühendislerin öncelikle yukarıda uzun uzadıya ayrıntılandırdığım koşullanmışlıklardan kurtulması, kendilerini sıyırması şarttır. Şantiyecilerin de onca iş arasında kendilerine vakit ayırmaları, zevk aldıkları konularda okumaları, araştırmaları onları hiç de küçültmez; aksine şantiye çitleriyle sınırlı sıkıcı dünyalarının renklenmesine, ufuklarının açılmasına neden olur. Bir sanat eseri izleyerek ruhunu besleyen bir mühendisin toz toprakla kaplı gerçek dünyasında bile olaylara bakışında yeni perspektifler gelişecektir inanın. Müzikle, tiyatroyla, resimle, kitaplarla inceltilen bir ruhun ana kaynağı sevgiye yönelmesi kaçınılmazdır. O zaman mühendis de içindeki yaratıcı gücü keşfedecek ve şablonlara sıkışmaktan kurtulacaktır.

Ve bir mühendislik ürününü meydana getiren disiplinler arasında asla üstlük astlık sıralaması yapılamaz. Herkes eşit oranda sorumluluk sahibidir. Şantiyeci de, projeci de, malzemeci de bu ürünü oluşturmada olmazsa olmaz parçalardır. Sâdece yapılacak işlerin zorunlu bir öncelik sıralaması vardır, o kadar!

Bizlerin eksikliği okumaya, araştırmaya, kendimizi geliştirmeye olan tembelliğimizdir. Kahvehanelerin, ya da televizyon karşısında geçirilen boş saatlerin, en önemli zenginliğimizi, zamanımızı bizlerden gasp etmesini engellemenin yollarını bulmak yine bizim elimizdedir.
Unutmayın, ruh yeterince beslenmezse dimağ, çevresinde ne görüyorsa o kadarını bir fotoğraf makinesi gibi alır ve yaşamın derinselliğine inemez. Bahanelere sığınmayın ve ruhunuzu beslemeyi asla ihmal etmeyin.

Uğur GÖRGÜLÜ

02 Aralık 2011 – Antalya