Özallı yıllarda yasaklar kaldırılıncaya kadar, gerçekten de 10 Kasım’lar çok sıkıcı geçerdi. Sinema yok, tiyatro yok, içki içmek yok, eğlence yok, gazino yok, radyolarda tv’lerde ise sabahtan akşama Atatürk ile ilgili artık ezberlediğimiz görüntüler, aynı tip programlar… vs. Sonraki yıllarda, yani 90’lı yılların sonlarına kadar televizyonlarda o içimizi bayan klişe filmlerin yanı sıra, devlet erkânının resmî Anıtkabir törenleri izlenir, Anıtkabir özel defterine yazdıkları okunur, radyolarda, tv’lerde her yıl hemen hemen aynı konuşmalar yapılırdı. Ancak saat 9’u 5 geçe mutlaka milletçe saygı duruşunda bulunulurdu. Okullarda ise müdürlerimiz ilk ders öncesi Atatürk ile ilgili konuşmalar yaparlardı. Bu bir gelenek, bir teamüldü ve yıllarca böyle devam etti.

Sıkılırdık sıkılmasına ama sıkıldığımız ATATÜRK’ün kendisi ya da yaptıkları değildi, ruhsuz ve duygusuz adamların yasak savmak baabından yaptıkları yavan ve basmakalıp konuşmalardı bizleri bezdiren. Kalıplara, şablonlara sıkışmışlık herkesi çok bıktırırdı ama farklılaşmayı, o kalıpları kırmayı da pek akıl edemezdik, daha doğrusu çekinirdik. Sanki ATATÜRK yalnızca böyle anılabilir, ATA’ya olan sevgimiz yalnızca bu basmakalıp törenlerle, sözlerle gösterilebilirdi. Sanki ATA’nın vefat ettiği bu günde sıkılmak mecburî idi.

Hattâ hiç unutmam, benim yaş grubum çok iyi anımsayacaktır, Kurtuluş Savaşı’nı konu alan Türk filmlerinde Atatürk’ün yüzü gösterilmez, sesi duyulmazdı. Yani, Atatürk neredeyse Tanrısal güçleri olan bir peygamber düzeyine çıkartılmıştı.

İlk kez Özal’la bu algı kırıldı. Ve o klasik yapının dışına çıkıldı.  Rutinin dışına ilk çıkıldığı yıl hatırladığım kadarıyla 80’li yılların sonlarıydı. Kızkardeşimle oturmuş televizyon seyrediyorduk. Yine sıkıcı bir 10 Kasım’dı. Klişe sözleri duyuyor ama dinlemiyor, resmi törenlere bakıyor ama görmüyorduk. Biraz sonra spiker şöyle bir anons yaptı: “Sayın seyirciler, şimdi ATAMIZIN bugüne kadar hiç izlemediğiniz görüntüleriyle sizleri başbaşa bırakıyoruz.” Çok geçmeden ATATÜRK’ün 10. yıl nutku haricinde ilk kez başka bir konuşmasını izlemeye başlamıştık. İkimiz de heyecanla doğrulduk, ve ekrana kilitlendik. ATATÜRK capcanlı karşımızdaydı; yürüyor, konuşuyor, gülümsüyor, denize giriyor, hatta salıncağa biniyordu. Kardeşim bana baktı ben ona, gözyaşlarımız pıtır pıtır dökülüyordu, ikimiz de engel olamıyorduk. Demek ki Atatürk de senin benim gibi bir insandı!

Sadece 10 Kasım törenlerinde değil, diğer milli bayramlarda da hepimiz şiir okumak için yarışırdık. Çoğumuz şiirlerini tamamlayamadan boğazlarımız düğümlenir, gözlerimize hücum eden yaşlara engel olamazdık. Bayrağımızı gördüğümüzde sınıfın en haylazından, Ermeni kökenli Türk vatandaşlarına kadar hepimizin göğsü kabarır, İstiklâl Marşımızı her nerede duyarsak duyalım hazırola geçer, hançeremizin tüm gücüyle okurduk. Bizim dönemimizde sınıflarda Ermeni, Rum kökenli Türk vatandaşlarının çocukları da vardı, bizlerden hiçbir eksik hakları olmadan aynı sıralarda otururlardı. Garbiz, Harutyan şu an hatırlayabildiklerim. Kimse onların Ermeni olduğunu önemsemez, bunu bir ayrımcılık ögesi olarak kullanmazdı. Daha doğrusu böyle bir kavram o zamanlar yoktu. Hatta din derslerinde öğretmen:”Diğer din mensupları isterlerse derse katılmayabilir” der, Garbiz’le, Harutyan da sınıftan sessizce çıkardı. Onları, bizlerden bir ders eksik gördükleri için biraz kıskanırdık:))

Biz Türk Milleti olduğumuzu, aynı acıda üzüldüğümüzü, aynı sevinçte mutlandığımızı bir nebze de olsa o yıllarda hissettik, o yıllarda duyumsadık. Bunu bizlere yaşatan, çoğu 1900’lü yılların başlarında doğmuş ve o zor yılları bizzat yaşamış ebeveynlerimiz, öğretmenlerimizdi. ATATÜRK, hepimizin ortak paydasıydı. Bu, durduk yerde hiç telaffuz edilmez ama bilinirdi. Kimsenin de zaten buna bir itirazı yoktu. Siyasîlerin oy uğruna Atatürk istismarına sarılmaları, O’nu insanüstü bir varlık gibi gösterme çabalarının öyle çok da bir hükmü yoktu. Türk Halkı ATA’sının nasıl bir insan olduğunu biliyordu. Çünkü 70’li yılların sonlarında 80’lerde hâlâ İstiklâl Savaşı’na bizzat katılmış yüzlerce gazimiz vardı ve onlardan, yani ilk ağızdan dinliyorduk bizler ATA’yı. O nedenle  dokunaklı sözlerle bezenmiş görkemli prodüksiyon ürünü reklâm filmlerine ihtiyaç duyulmazdı. ÇÜNKÜ KURULUŞ YILLARININ HIZINDA OLMASA DA GENÇ TÜRKİYEM ÇALIŞIR ve ÜRETİRDİ. 80’LI YILLARDA ÖZALLA GELEN BOZUNMA AHLÂKÎ ÇÜRÜMENİN ÖNÜNÜ AÇMIŞTI AMA DİNCİ BİRKAÇ MECZUP HARİCİNDE KİMSE ATATÜRK’LE UĞRAŞMAYA BU KADAR CESARET EDEMEZDİ.

Ne zaman ki dinci çete iktidarı ele geçirdi, her şey tersine döndü. Artık Türk Milleti yoktu sadece Millet vardı. ATATÜRK’ü, İNÖNÜ’yü aşağılamak, hatta onlara hakaret etmek, siyasî ikbalin kapılarını açan anahtar haline gelmişti. Dikkat edin dinciliğin hiçbir kutsalı yoktur, tek tanrısı paradır. O nedenle hangi kavramın içi boşaltıldıysa o, daha fazla vurgulanır oldu. Örneğin İslam ve müslümanlık yerlerde sürünürken, ahlâkî çürümüşlüğün dayanılmaz pis kokusu, inşa edilen devasa camilerle kapatılmaya çalışılıyordu. Diyanet bütçesi arttıkça kokuşmuşluk da artıyor, her köşe başı cami, Kur’an Kursu, İlahiyat Fakültesi, İmam-Hatip Lisesi ile doldurulurken, sahtekârlık, riyakârlık, yalancılık, sapıklık, hak ihlâlleri, hukuksuzluk da o paralelde yükseliyordu.

Düşünüyorum da eski zamanlarda o seyrede seyrede ezberlediğimiz, içimizi bayan ve bıkkınlık veren siyah beyaz ATATÜRK filmleri dönemini, o filmlerın çıkardığı çatır çutur sesleri, o havayı, kokuyu, ortamı, o kalender, kanaatkâr insanları çok özlüyorum. Şimdi anlıyorum ki o günlere haksızlık ediyormuşuz. Onlar en azından gerçekti. Sevgileri de yergileri de gerçekti. Şimdi parazitleri temizlenmiş, renklendirilmiş, seslendirilmiş ve her 10 Kasım’da daha önce hiç izlemediğimiz ATATÜRK filmleri televizyonlarda, internette cirit atıyor. Her belediye, her il, her ilçe hatta her okul adeta en ses getiren şovu yapmanın telâşına giriyor; Türkiye’de adı konmamış tatlı bir yarış başlıyor. Kimisi meş’alelerle Atatürk silüeti oluşturuyor, kimisi öğrencilerin kullanıldığı koreografilerle çarpan kalp, Atatürk portresi, sonsuzluk işareti, İZİNDEYİZ, UNUTMADIK yazıları yaratıyorlar. KOÇ gibi, İş Bankası gibi kuruluşlar muhteşem prodüksiyonlarla insanı duygusallık denizinde boğan müthiş reklâm filmleri çekiyorlar…

Ama ne bileyim, o tadı veriyor mu, hani 80’li yılların 10 Kasımlarında hıçkırıklara boğularak okunan şiirlerin gerçekliğine, sadeliğine hatta saflığına ne kadar yaklaşıyor o görkemli yapıtlar? Size de bir yerlerde bir eksiklik varmış gibi gelmiyor mu? Büyük paralar harcanıyor ama sanki gerçek hayatta O’na ihanet içinde olanların utançlarını gizleyebilmek için yapılıyor bu muazzam filmler, reklâmlar, o nedenle gösterişli ama sahteler…

Ve farkında mısınız; bizler ATATÜRK’ten uzaklaştıkça, O’na ihanet ettikçe, O’nun özlemlerinden, bu ülke insanı için kurduğu hayallerden koptukça, O’nu adeta mitolojik bir kahraman, bir duvar süsü haline getirdikçe, törenlerimiz, filmlerimiz, reklâmlarımız, ilânlarımız da o denli muhteşemleşiyor.

TIPKI DİNİN İÇİ BOŞALTILDIKÇA GÖRKEMLİ MABETLER İNŞA EDİLMESİ GİBİ…

Uğur GÖRGÜLÜ

12 Kasım 2019 – Zugdidi (Gürcistan)