images-1Osmanlı bugünlerde dillere pelesenk oldu nedense. Bilen bilmeyen kulaktan dolma bilgilerle olur olmaz yerlerde ahkâm kesiyor. Kesiyor kesmesine de herkes kendi siyasal düşüncesi perspektifinden bakıyor olaya. Siyasal İslamcılar Osmanlı’ya toz kondurmazken, kimi sol tandanslı yazarlar da tam tersine Osmanlı’yı yerden yere vuruyor. İyi de neden biz böyleyiz? Neden objektif bir bakış açısıyla tarihe bakamıyoruz, doğrusu anlayamıyorum!…

Osmanlı, ne din tacirlerinin dediği gibi neredeyse tuvaletini bile yapmayan yarı-tanrılardan müteşekkil bir azizler topluluğuydu, ne de tüm vaktini haremde kadınlarla, oğlanlarla cinsel fanteziler içinde, içki ve uyuşturucu alemlerinde geçiren müptezellerdi.

Ancak konuya girmeden önce objektif olarak şu tespitimizi de yapmalıyız; Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı dönemlerinden, yıkıldığı zamana kadar, saray erkânı halktan kopuk bir hayat sürmüştü. Padişahlar; devşirme paşalar, şairler, mutripler, nedimlerle yani elit üst sınıf ile birlikte en seçkin şiir, musıki ve raks sanatı örneklerinin sergilendiği muhteşem işret meclislerinde eğlenirlerdi.  Bunun doruk noktasına çıktığı dönemse “Lale Devri’dir.”

imagesAncak unutulmamalıdır ki çiçek bahçeleri, muhteşem havuzlar, nâhiller, buhurdanlar, su yolları arasında içkinin su gibi aktığı, uyuşturucunun vazgeçilmez olduğu, genç sâkilerin servis yaptığı bu meclislerde sanatını icra eden ustalar eşliğinde zevk-u safaya dalmak, o dönem Ortadoğu saraylarının en revaçtaki geleneksel eğlence biçimiydi ve Arap ve Acem saraylarının yanı sıra Avrupa’da da regalia adı verilen olağanüstü ziyafet sofraları kurmak saltanat sahibi olmanın adeta bir gereği gibi addedilmekteydi. Dolayısıyla 3 kıtaya hükmeden bir cihan imparatorluğunu, bu yapıdan ayrı tutmak ne kadar doğru olur ayrı bir tartışma konusudur ve Osmanlı’yı bu hususta günümüzün değil o dönemin şartlarına ve değer yargılarına  göre değerlendirmek gerekir.

Osmanlı’da eşcinsellik konusuna gelirsek; Prof.Dr. Ayhan Songar, “Seksüel Patoloji” adlı kitabında cinsel patolojiyi incelerken Osmanlı’daki “içoğlanı” kurumunun sübyancılık ve oğlancılığın en somut örneklerinden biri olduğunu söyler. Kitaba göre sarayın oğlan ihtiyacını karşılamak için özellikle Sakız Adası’nda sırf bu amaç için oğlan yetiştiren aileler varmış. Bu aileler geçimlerini bu yolla temin ederlermiş. Belli yaşa gelen çocukların anüsüne bir takım kataterler sokarak önce onları alıştırır, sonra aile bireyleri bu çocuklara bizzat fiili livata uygular ve uygun kıvama gelince de saraya altın karşılığında satarlarmış. Şimdi okuyan herkesin garipsediği bu durum, o dönem şartlarına göre gayet doğal karşılanırmış.

images-2Divan Edebiyatı da bu gözle incelendiğinde çoğu şiirin erkeklere karşı yazıldığı görülür.

Zene rağbet eder mi âkil olan

Tâb-ı Ali civana mâildir.

Gelibolulu Ali, aklı olanın kadınlara rağbet etmeyeceğini Ali’nin tabiatının da civana yani erkeğe meylettiğini söyler.

Fatih Sultan Mehmet’in de “Avni” takma adıyla yazdığı şiiri de bu anlamda çok önemli bir örnektir:

Bağlanmaz firdevse gönlünü Galata’yı gören

Servi anmaz anda ol serv-i dilara gören

Bir firengi şiveli İsa gördüm anda kim

Lebleri dirilmiş der idi İsa’yı gören

Akl-ü fehmin din-i imanün nice zabteyleyesin

Kafir olur mu müselmanlar o tersayi gören

Kevseri anmaz o içtiği mey-i nabi içen

Mescide varmaz o verdığı kilisayi gören

Bir firengi dilber olduğunu bilürdi Avni ya

Bel-ü boynunda o zünnâr-ü çelipâyı gören

Zünnârı bellerine papazlar ve keşişler bağlardı. Yani bu şiir bir erkeğe yazılmıştı.

Osmanlı’nın hüküm sürdüğü dönemde oğlan sahibi olmak toplumda üst düzey mevki sahibi olmanın bir göstergesi, bir kıstasıydı. Harem, sadece çocuk sahibi olmanın bir yolu olarak görülürdü. Günümüzde sapıklık olarak addedilen bu davranış biçimi, o günkü değer yargılarına göre gayet normaldi. Şimdi bu satırları okuyan birinin, yazılanların Osmanlı’yı aşağıladığını, küçük düşürdüğünü düşünmesi de yanlıştır. Bunlar tarihsel gerçekliklerdir, tarihimizin işimize gelmeyen bölümlerini görmezden gelip, diğer taraflarını olduğundan fazla abartmak tarihçilik değil “mitoloji hikâyeciliğidir.”

Bu konu daha birçok örnek verilerek uzatılabilir. Sonuçta gelinecek nokta şudur:

Osmanlı ve çevresindekiler diliyle, edebiyatıyla, yıllar içinde oluşmuş, yerleşmiş, o dönem güçlü imparatorluk saraylarındaki hâkim geleneklerden pek de farklı olmayan elitist yaşam biçimiyle sefâhat içinde bir hanedandı. Osmanlı bu anlamda asla Anadolu halkının atası, ecdadı olamaz, ancak ister sevelim, ister sevmeyelim, tarihimizin de bir parçasıdır. Osmanlı, oluşturduğu devlet yapısıyla hayranlık uyandıran bir sistematiğe sahiptir aynı zamanda. Herşeye rağmen kendi içinde tutarlı bir karakteri vardır. Kim ne derse desin adildir ve gücüyle kudretiyle bir dönem Dünya’ya korku salmış, Endonezya’dan Portekiz’e kadar geniş bir coğrafyada adını duyurmuş kendisine saygı duyulan, hakem ya da bilirkişi olarak görülen bir devlettir. Bunlar gerçek; bunları yadsıyan tarihçi olamaz!

Ama padişahlarının çoğu oğlancıdır. Divan Edebiyatı’nda oğlancılık ve eşcinselliğin ayyuka çıktığı “Hammamnameler” oradadır, bunları nasıl inkâr edeceksiniz? Trencilik oynayan erkeklerin resmedildiği bir sürü minyatürü nereye koyacaksınız? Diğer yandan Osmanlı ileri gelenlerinin eşcinselliği benimsemesi, onların tarihsel değerlerini alçaltmaz ki!

imagesXUFMNBAODolayısıyla tarihi bir bütün olarak ele almamız gerekir. Tarihsel olayları; dinî, siyasî, içtimaî görüşlerimiz ve ırkî mensubiyetimiz doğrultusunda değerlendirdiğimizde vücut bulan “şey” objektif tarih değil, duygusal  dünyamızın olmasını istediği temennilerdir. Tarihî figürleri mitolojik kahramanlar düzeyinden gerçek yerlerine indirmek ancak objektif tarihçilikle mümkündür.

Uğur Görgülü

16 Aralık 2014 – Ceyhan