imagesNerede oturduğunuz, kaç yıldır Antalya’da olduğunuz ya da Antalya’nın yerlisi olup olmadığınız hiç önemli değil. Hergün işinize gitmek için bindiğiniz minibüsün, otobüsün, tramvayın ya da otonuzun penceresinden Antalya’yı bir başka gözle seyredin. Her köşe, her boşluk, dağ, tepe, köy, orman blok blok ev, apartman dolu… Falezlerin üstü, gerisi, sağı, solu, Kemer yolu, deniz kıyısı, 100.Yıl Caddesi, Turgutreis, İsmet Gökşen, Kepezaltı, Kepezüstü, Uncalı… Her yer, her delik, her boşluk, her köşe yan yana konserve kutusu gibi birbirini tekrarlayan, hiçbir özelliği, hiçbir güzelliği olmayan çok katlı binalarla, apartmanlarla kaplı. İnsanı boğan, yüreğine sıkıntı veren, göğü güneşi kapatan, rüzgârı kesen, yeşili yok eden, irili ufaklı, bahçeli bahçesiz, bitişik ya da ayrık nizam tren katarları gibi sonsuza doğru sıralanmış, portakal bahçelerinin, zeytinliklerin, ormanlık alanların, papatyaların, çayırların talan edilerek, katledilerek, yolunarak, ırzına geçilerek, adeta Antalya’nın bağrına saplanmış mızraklar gibi dikilen 18-20 katlı bloklar, evler, siteler bunlar…

Bazıları dar uzun, kurşun kalem gibi, her an insanın üstüne devrilecekmiş hissini veriyor. Doğru dürüst teknik inceleme , zemin etüdü yapılmadan önüne gelen araziye imar izni veren belediyelerin, arsa sahiplerinin rant hırsı yüzünden, inşa edilen bir kısım bina eğilmiş, yan yatmış, durup dururken kolonları çatlamış, bu nedenle boşaltılmış.

Şu dünya harikası falezlerin üzerine bakın; iğrençlik abidesi birbirinden çirkin siteler, bloklar, apartmanlar evlerle işgal edilmiş her tarafı. Sonra da ağlanıyoruz, “Falezlerin üzerine inşa edilen 4 apartman denize kayma tehlikesi yüzünden tahliye ediliyor” diyerek. Ben size şu kadarını söyleyeyim, o güzelim doğa harikası falezlerin üstüne, dibine, sağına soluna yapılmış han duvarları gibi yükselen ne kadar site varsa günün birinde suyun dibini boylayacak, çünkü hâlâ üzerine bina yapma gayretindeyiz. Bu kadar ağırlığı ne zamana kadar kaldıracak zavallı falezler bilemiyorum. Norveç fiyortlarına bir bakın bir de bizim falezlerimize… Bir bizim yağmalama zihniyetimize bakın bir de Avrupalının doğaya saygısına… Acaba şu bizim sahillerimiz, yeşilliklerimiz, falezlerimiz, ormanlarımız, çayırlarımız Avrupalının elinde olsaydı kimbilir ne kadar da yaşanılası bir şehir hâline gelirdi Antalya…

DSC07288Bu denli çok mu talep var konuta, eve, apartmana diye de insan düşünmeden edemiyor. Demek var ki, her arsa sahibi bulduğu her deliğe bir beton yığını dikmenin telâşı içinde. E peki neden o zaman yapsatçısından, laz müteahhidine tekmili birden “hiç satış yok, işler kötü” diye sızlanıp, ağlanıp duruyor? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama?

Ya da artık üreterek, emekle para kazanmak, yalnızca başkalarına tavsiye edilince mi anımsanan erdemler oldu? Tarlayla, bağla, bahçeyle, zeytinlikle, portakalla uğraşmak yerine, bir daha asla yerine konamayacak olan ülkemin milli serveti o verimli toprakları umursamazca bir yapsatçıya verip 10-15 daire sahibi olmak, sonra da kirâ geliriyle yan gelip yatmak daha mı cazip geliyor artık halkımıza? Ama bir düşünün; herkes bağını, bahçesini yapsatçıya peşkeş çekerse, herkes kirâ geliriyle çalışmadan üretmeden asalakça bir yaşam özlemlerse, bir beton tarlasına dönüşen “Turizmin Başkentinde” o süper lüks dairelerinizi kimler kiralayacak ha, sorarım size kimler?

Antalyalıların da “Şehir elden gitti. Artık Antalya’da gerçek Antalyalıya rastlamak neredeyse olanaksızlaştı” sahtekârlığındaki mızıldanmalara hiç hakları yok doğrusu. Çünkü doğa harikası bu şehri iki kuruşluk çıkarları için yaşanmaz bir mezbeleye, bir ucubeye, iğrenç bir apartman tarlasına çeviren kendileri!

Antalya’nın trafiği çok değil 3-5 yıla içinden çıkılmaz hâle gelecek hiç kuşkunuz olmasın. Altyapısı yetersiz olduğu için Antalya için hiç de sürpriz olmayan baskın yağışlarda yollar hâlâ sular altında kalıyor, insanlar hâlâ 21. Yüzyılda “TURİZM BAŞKENTİMİZDE” sel sularına kapılıp hayatını kaybediyorlar. Bu gidişle de daha çok kişi yaşamını yitirecek. Ama biz ne yapıyoruz, habire bina, apartman, site, bilmem ne konakları, rezidanslar, bloklar, sanki çok ihtiyacımız varmış gibi…
Sanki bir apartman dikmekle herşey bitiyor; bir insanın yaşamı için gereken herşey sadece bir apartman dairesi sanki! Oysa bir şehri şehir yapan plânlamadır. Yerel yönetimlerin aslî görevi de budur zaten: PLÂNLAMA…

Belediyelerimizde İmar Müdürlükleri, İmar Müdürlüklerinde de bir sürü şehir plâncısı, mimar, mühendis çalışır. Her belediye iyi kötü bir plânlama yapar. Şehrin 1 000’lik, 5 000’lik, 10 000’lik, 100000’lik… haritalarını hazırlar; nazım imar planları yapar, nazım imar planlarına göre uygulama imar planları, mevzi imar planlarını düzenler. Bu plânlamanın ana amacı şehrin nerelerinin yeşil alan, nerelerinin konut alanı, cami, otopark, okul, sanat galerisi, park, mesire yeri, rekreasyon alanı, spor merkezleri olacağını belirlemektir. Şehirler yaşayan organizmalar gibidir. Doğarlar, büyürler, gelişirler. O nedenle şehrin yöneticileri, sosyal donatı alanları kadar şehrin altyapısını ve büyüme, gelişme istikametlerini de 25 yıllık, 50 yıllık nüfus projeksiyonlarını hesaplayarak plânlamak zorundadır.

Aslında çoğu belediye bu hizmetleri yerine getirir getirmesine de, genelde yapılanlar kâğıt üzerinde kalır. Yani demek istediğim o bize mahsus hastalık burada da kendini gösterir; plân, proje vardır ama uygulama yoktur. Zaten uygulanma şansı da yoktur, zira yönetimler değiştikçe plân tadilleri havada uçuşur, mastır plânlar rafa kaldırılır. “Enkaz devraldık, borç ödüyoruz, yapılan plânlamalar yanlış, biz yenisini yapıyoruz” klişesine sarılır hepsi…

Ne yazık ki vitrinde görünen, medyaya akseden nedenlerle, kafaların ardındaki nedenler çok farklıdır. Yerel yönetimlerde başa kim geçerse geçsin, daha evvelce yapılmış ne kadar plânlama varsa işine geldiği gibi değiştirir, çünkü ülkemizdeki yasalar buna müsaittir. O güzelim yeşil alanlar, şehrin ciğeri parklar, bahçeler, deniz kıyılarındaki sözde bina yapılamayan şeritler, kızıl çam ormanları gözünü para hırsı bürümüş asalaklara, eşe, dosta, dayıya, amcaya, partiliye, eşrafa, hatırı kırılamayanlara, seçimden önce parasal destekte bulunanlara ya da en basitinden rüşveti bastırana yağmalatılır. Bu bir haktır; çünkü bir önceki de öyle yapmıştır. Eleştirilere korkunç kızılır, çok şiddetli tepkiler konur. Kendisinin bir önceki başkana göre şehrin para eden arsalarını ne denli daha az yağmalattırdığı ile övünülür. Yapılan tek savunma herşeyin yasal olduğu, verilemeyecek hesabın olmadığı temeline oturan basmakalıp savunmadır. Çünkü herkes bilir ki, bu ülkede kanunkoyucu gücün hazırladığı yasalar lastik gibi esnektir, boşluğu fazladır, yoruma açıktır. Çünkü bizatihî kanunkoyucu güç kanunların kesin hükümler içermesini istemez. Neden mi, en başta kendisi o kanunları çiğner de ondan! Su toplama havzalarına ilk önce iktidarı ele geçiren yağmacılar diker villaları, konakları, residansları, nasıl kesin hükümler içeren kanunlar hazırlasın ki!

Böyle olunca da modern şehir ya da turizmin başkenti diye oluşturduğumuz kent yalnızca hilkat garibesi beton yığınlarından ibaret kalır ve kalacaktır da…

Çünkü bu yağmalama, bu talan tüm kentlerimizde soluksuz devam etmekte ve ne yazık ki, yakında ne talan edilecek bir yeşil alan, ne bir portakal bahçesi, ne de biraz soluklanacağımız parklar kalacak. Zaten ağzından salyalar saçan rant düşkünü haramilere nasıl direnecekler ki o zavallı portakallar, çiçekler, çayırlar, ağaçlar…

Çözüm mü, çözüm için hiç kimse işin kolayına kaçarak bir başkasını suçlamasın. Çözüm aslında kendi içimizde, yaşam anlayışımızda, çevreye, sonraki nesillere, evrensel boyutta düşünmeye ne denli önem verdiğimizde, bireysel çıkarlarımızdan çok toplumsal yararları düşünmemizde…

Çözüm; kent yaşamını, modern Dünya şehirlerinin çağdaş yaşam anlayışına, insan temelli normlarına oturtmakta…

Çözüm; oy avcılığı uğruna yapılan varoş yalakalığından, fakirlik edebiyatından, katı bir benmerkezciliğin öne çıktığı basit çarıklı erkân uyanıklığından, köylü kurnazlığından kurtulmamızda…

Çözüm aslında Türk insanının kafasını, zihniyetini değiştirmesinde…

Uğur GÖRGÜLÜ

12 Ekim 2011 Antalya