turk-sinemasi-film-replikleri-ve-kesitler-12 yıl kadar önce yazdığım bu makaleyi güncellemeden paylaşmak istedim. Haklı olduğum yönlerin bir yere kadar hâlâ geçerliliğini koruduğunu görmeme rağmen o günden bugüne “Babam ve Oğlum”  gibi  filmlerin yapılması son zamanlarda kalite katsayısının arttığının bir göstergesi olup, gerçekleştirilen yapımlarda rafineleşmenin iyiden iyiye ortaya çıkması da beni oldukça umutlandıran bir gelişme…

TÜRK SİNEMASINDA “SOSYAL İÇERİKLİ” FİLMLER

AĞIR ROMAN, İSTANBUL KANATLARIMIN ALTINDA, DAR ALANDA KISA PASLAŞMALAR, TABUTTA RÖVAŞATA, GEMİDE…

Ve daha niceleri…

Yine birçoğu bana kızacak, yine kendini beğenmişlik suçlaması gelecek eminim… Ama inanın Türk sinemasını desteklemek için tüm bu filmleri gördüm. Büyük bir sabırla hepsini sonuna kadar izledim.
Filmlerin olumlu yanları, klâsik Yeşilçam filmlerine göre kaydedilmiş bazı aşamalar var tabi…

Örneğin filmleri tiyatrocu ağırlıklı bir sanatçı kadrosunun gerçekleştirmesi, tüm oyuncuların bir başka tiyatrocuya dublaj yaptırmamış olması gibi olumlu özellikler yadsınamaz..

Ama ya konuları, rezalet çekim teknikleri, konuşmaların anlaşılır olmaması ( Ağır Roman’da örneğin) ya da metinlerin %80’inin küfür içermesine ( Gemide…) ne demeli?

Yani şu bir savunma olabilir mi? “Eldeki imkânlar nispetinde bu kadar oluyor, ne yapalım”… Hem şişirme, üstün körü çekimlerle konusu da beş para etmez bir film hazırlayacaksın, hem de duygu sömürüsü yaparak, “Türk sinemasına destek verin” diye ağlaşarak insanları sıkıntıdan patlayacakları bu “filmleri(?!)” izlemeleri için zorla sinemaya sokacaksın ! Çekmeyin efendim ! Sizi zorlayan mı var…

Ben artık hiç Türk filmi seyretmeye sinemaya gitmiyorum. Çünkü Mustafa ALTIOKLAR gibi alkoliklerin, Sinan ÇETİN gibi entellerin mastürbasyonlarını seyretmek için bir dolu para dökecek kadar zengin değilim…

Arada nadiren de olsa iyi film yapanlar da yok değil tabi, o kadar da haksızlık etmeyelim. Ancak genele baktığımızda eminim, parasal kaynakları sonsuz da olsa bizim yönetmenlerimiz yine kolaya kaçarak, bizlerin sıkıntıdan patlayacakları filmler çekecekler ve “İşte Sanat Bu” diye bizlere yutturmaya devam edecekler. Nereye kadar? Türk İnsanı iyi film ile kötü filmi ayrımsayacak bilinç seviyesine gelinceye kadar…

ELIZABETHTOWN

Hafta sonu Orlando Bloom’un başrolde olduğu bu filme gittim. Filmin konusunu özetleyin deseniz, sanırım 2 cümle bile fazla gelecektir bu özet için.. Bu kadar basit bir olaydan yola çıkıp, insanın iç dünyasını keşfetmesini, farkında olmadığı, mütemadiyen ertelediği özlemleriyle yüz yüze gelmesini, yaşamını sorgulamasını, çelişkileriyle hesaplaşmasını, harika görüntüler ve enfes müzikler eşliğinde gözünüzü perdeden 1 sn bile ayırmamacasına size sunan bir film Elizabethtown…

Ben Amerikan sineması hayranı falan değilim. Ama bakın, Alec BALDWIN gibi bir oyuncu tek bir sahnede görünüyor. Susan SARANDON 2. sınıf bir rolde ve o rolde harikalar yaratıyor.. Cüneyt ARKIN’ı, Kadir İNANIR’ı 30 sn görüneceği bir rolde düşünebiliyor musunuz? Ya da Türkan ŞORAY’ın 2. sınıf bir rolü kabul edeceğini?

Kanımca en büyük fark işte burada. Çünkü onlar “OYUNCU”…Hangi roldeyse o rolün hakkını sonuna kadar veriyorlar. Büyük rol küçük rol ayrımı yapmıyorlar…

Üstüne üstlük yönetmenleri hiçbir ayrıntıyı şişirmiyor, üstün körü geçmiyor. Bu nedenle de filmlerin seyredilebilirlik oranı çok yüksek oluyor.

Aslında bunun bir kaç nedeni var… Birincisi Amerikalı, Avrupalı seyirci kötü ürünle, iyi ürünü ayırt ediyor ve beğenmediğini çok rahat eleştirip, protesto ediyor.

Bunu bilen yapımcılar da, bilinçli tüketicinin rafine zevklerine hitap edecek her türlü detayı düşünülmüş sanat eserleri hazırlıyorlar, paradan kaçınmıyorlar..Yani esasında bu bir arz/talep sorunu..

Siz ne kadar kaliteli ürünleri talep ederseniz, sanatçıları, yapımcıları, yönetmenleri de kendilerini aşmaları yönünde o denli zorlarsınız.. Böylece baştan savmacı, “amaan bu millet ne anlar, işte ne versem beğenir, nasıl olsa gelir” mantığında yaklaşımları olanlar, kalite karşısında günün birinde yok olur gider.

Tabiatıyla, ana öğe,”insanın bilinç seviyesidir”. Konken partilerinde, altın günlerinde, pasta börek yiyerek şişmanlayan, magazin programları ile aptal manken dizilerinden başka sanatsal aktivitesi olmayan geleneksel Türk kadını ile, hararetli futbol geyiğini, kahvehanelerde okey oynamayı yaşamlarının tek sosyal etkinliği olarak algılayan tipik Türk erkeklerinin beğenebilecekleri filmler, diziler yapmak, kaset ve cd hazırlamak Türk yapımcısı için hem daha kolay hem de daha ucuzdur. Biraz aşk, biraz acılı arabesk, entrika, mafyavari bir iki atraksiyon o kadar…

Türk insanı bilinçlendikçe, kaliteyi keşfedip, daha iyiyi talep etmeye başlayınca sıradanlaşan sanat, rafineleşecektir…

BİRAZ DA 70’Lİ YILLARIN SALON FİLMLERİNE BAKALIM…
Türk sinemasında 70’li yılların sonlarına doğru erken yaşta hayata veda eden Ayhan IŞIK’tan sonra jön kare ası şöyleydi: Cüneyt ARKIN, Kartal TİBET, Ediz HUN, Murat SOYDAN…

Aynı yıllarda esas kız kare ası ise şöyle sıralanıyordu: Hülya KOÇYİĞİT, Türkan ŞORAY, Filiz AKIN, Fatma GİRİK…

Bu arada Göksel ARSOY, Belgin DORUK ile birlikte ( Küçük Hanım dizi filmleri gibi filmlerle) parlamışsa da bence bu kare asına girecek kadar çok üretken olamamıştır.

Yıllarca bu oyunculardan bir erkek bir kadınla eşleştirilerek ana teması aynı olan filmlerle Türk halkı oyalanıp durdu. (Kanımca yönetmen bir torbaya kadın adlarını, diğer torbaya ise erkek sanatçıların isimlerini yazıp, kur’a çekerek eşleştiriyordu)

Fabrikatör Hulusi Bey ortak paydasında fakirlik ve zenginlik bir filmde erkeğe diğerinde kıza geçerek, bu ünlü başrol oyuncularımız karşımıza, kâh fakir ama gururlu kemancı delikanlı, kâh bir anda sahnelerin yıldızı olan yoksul şarkıcı kız, ya da zengin ama her nedense “biz ayrı dünyaların insanıyız” lafını yeme pahasına parada pulda hiç de gözü olmayan gururlu ama beş parasız kıza/oğlana gönlünü kaptırmış kız/oğlan olarak çıkmaktaydı…

Bir filmde mimar, diğerinde boksör, berikinde hırsız, ötekinde müzisyen olan oyuncularımız için bu rolleri oynamak çocuk oyuncağı idi. Robert De Niro bir filminde canlandırdığı boksör için tam 20 kg alırken bizim oyuncularımızın filmler, karakterler, meslekler değişse bile makyajları, saç stilleri, yüz ifadeleri, hiç değişikliğe uğramaz ancak yaşlanınca yüzlerinde tek bir çizgi olmaksızın sadece şakakları beyazlardı.

Yıllarca bu filmlerde Cüneyt ARKIN olarak, eğer romantik bir filmse Toron KARACAOĞLU’nu, vurdulu, kırdılı ise Abdurrahman PALAY’ı dinledik. (Hani şu meşhur nayırrr, nolamazzz repliği..) Hayri ESEN ölene kadar hep Ediz HUN, İzzet GÜNAY ve Kartal Tibet olarak karşımızdaydı.

Adalet CİMCOZ erken vefat etmeseydi belki Jeyan Mahfi AYRAL bu denli sürdüremezdi Hülya KOÇYİĞİT, Fatma GİRİK, Filiz AKIN ya da Türkan ŞORAY olmayı.. Ama bence Türkan ŞORAY’ı Türkan ŞORAY yapan Nevin AKKAYA idi.

Yıllarca, aynı oyuncuların permutasyonu ile oluşmuş birbirinin benzeri filmlerde aynı dublajcıların seslerini dinledik. “Size birden kanım kaynadı, amca…size baba diyebilir miyim?” cümlesinin duygusallığında ağladık. Sonu, baştan belli olan bu filmlerde fakir kıza acıyıp, zengin oğlanın salaklık mertebesindeki anlayışsızlığına kızdık. ( Oysa kızcağızı bir iki dakika dinlese belki de 20 yıl ayrı kaldıktan sonra, aynı kızın kartlaşmış haliyle birlikte olmak zorunda kalmayacak fakir! )

Bu filmlerde fakirlik erdemli olmakla eşdeğerdi. Kötülerse uyuşturucu ya da alkol batağına batmış, sefih hayat düşkünü zenginlerdi her zaman.

Yoksulluk aynı zamanda bu filmlerdeki insanların gurur kaynağıydı. Tüm fakirler ( Baş fakir Münir ÖZKUL, Adile NAŞİT, Semih SEZERLİ, Salih TOZAN ve diğer 2. sınıf rollerdekiler…) paraya hiç tamah etmeyen, beş paraları olmamasına rağmen bunu hiç dert edinmeyen, günübirlik yaşayan, alabildiğine mutlu, neşeli, gönülleri son derece varsıl tiplerdi ve her filmin olmazsa olmazı, Önder SOMER ya da Muzaffer TEMA’nın suratına fırlatılan kağıt para tomarıydı…

SONUÇ

Yıllarca bu filmlerle Türk insanına zenginliğin özenilecek bir haslet olmadığı, tüm kötülüklerin kaynağının para olduğu, oysa her şeyin Allah’tan geldiğine inanması, kanaatkâr ve kaderci olması gerektiği dayatıldı durdu…

Türk insanı yıllarca, üzerine abanan fakirliğin, ezilmişliğin kaynağı olarak yazgısını gördü, bu nedenle sesini çıkarmadı, elindekiyle yetindi. Asker gerekti oğlunu cepheye yolladı, para gerekti son kuruşunun yarısını devlete yine o verdi…

70’li yılların salon filmlerinin bence asıl gayesi, 1950’den beri sistemli bir şekilde beyni kötürümleştirilen, düşünce gücü nasırlaştırılan Türk insanına yamanmış cahilleştirme politikasının sanat alanındaki bileşeni olmaktı…

 

Uğur GÖRGÜLÜ

18 Eylül 2009