Eskiden beri böyle bir çekişme, ya da bir çekememezlik olduğu söylenir. Ne derece doğrudur bilemem ama dürüst olmak gerekirse ben de mimarlara biraz gıcık olurum yalan yok.

Ama nedenini anlatacağım, o zaman sanırım bana hak vereceksiniz…

Mezuniyetimi takip eden ilk 5 yıl içinde bir tasarım ofisi açmıştım. İTÜ’de Betonarme kürsüsünden, hem de rahmetli Prof. Dr. Yusuf Berdan’dan bitirme yapmış ve 10 üzerinden 10 almış bir mühendis olarak tasarım konusunda kendime çok güveniyordum doğrusu. Ancak tasarımcı olarak çalışmayı o kadar sevmeme rağmen, bu çok uzun sürmedi. İdealizm sosuna bulanmış müthiş bir hevesle başladığım tasarım yaşamımda yaşadığım hayal kırıklıkları ve hüsranla sonuçlanan “Projecilik Hayatım” bu yazının konusu değil, bunu belki sonra yazarım.

Bizim kendi başımıza bir bina ya da sitenin tüm tasarım işlerini yapma olanağımız yoktu. İşlerimizin çoğunu mimarlardan alırdık. Alırdık da aman Tanrım; neler talep ederlerdi neler! Çerçeve sürekliliğinde devamlı surette kesintiler mi ararsın, 10mt ankastre döşeme isteyeni mi! Üstelik bir de açık teras olacak ve üzerinde insanlar oturup yemek yiyecek… Biraz itiraz ettin mi, burnundan kıl aldırmayan mimarlar, büyük sanatçı edasıyla ve küçümser bir tavırla “Aman mühendis değil misin, hesaplayıver. Benim tasarımım böyle.” deyip geçerlerdi. Bu dediğim 1980’li yıllar. Çok ünlü mimarlarla da çalıştım. Onlara lafım yok. Örneğin Cengiz Bektaş. Örneğin Arif Atılgan. Oturup kolon aplikasyon planı çizerler, hatta kiriş tasarımına müdahale bile ederlerdi. Çünkü Türkiye’nin kendine özgü şartlarını ve işçilik kalitesini, müteahhitlerin malzemeden çalmadaki iştiyaklarını çok iyi bilirlerdi.

Bu arada tırnak içinde belirtmeden geçemeyeceğim; Biz mühendisler için teoride çözülemeyecek sistem yoktur. Hiperstatik bir sistemin çok çeşitli şekilde hesaplama yöntemleri vardır. Ancak Türkiye’nin çok küçük bir bölgesi hariç çoğu 1. ve 2. derece deprem kuşağındadır ve görüyorsunuz, yapı stoğumuzun hatırı sayılır bir kısmı hiçbir denetime tâbi tutulmadan, hiçbir mühendislik hizmeti alınmadan, “İmar Afları, ya da İmar Barışları”nın eseri eciş bücüş binalardan oluşmaktadır…

Mimarlar alınmasın ama, çoğu, sanki çok matah bir eser yaratıyormuş gibi havalara girip kendilerine, adeta küçük dağları yaratan bir Tanrı payesi vermeye bayılıyorlar. Şu apartmanlara, sitelere, rezidanslara bakın; sahillerde han duvarları gibi yükselen çirkinlik abidesi yüksek katlı binalardan tutun da AVM’lere kadar birçok kazulet bina mimarların eseri. Ve dahası bir de üstüne üstlük benim yaptığım işe burun kıvırıp önemsemiyorlar. Bazen “Efendim, zorunluluktan” bahanesiyle tüm kolonları kılıcına tek yönde isterler, bazen “Arazi şartları nedeniyle” binayı uzunlamasına yerleştirirler, kimi zaman perde ile dengelemem gereken yönde perde koymamı istemezler, benim elimi kolumu bağlarlardı. Eksantrisite, deprem hesabı, yumuşak kat, atalet momentlerinin iki yönde eşit olmasının önemi, kısa kolon oluşumunun zararı, katlar arası rijitlik farkının tehlikesi…v.s gibi konular, ben iddia ediyorum, hiçbir mimarın umurunda değil ve zaten binaların statik hesabı hakkında da en ufak bir bilgileri yok! Tek dertleri tasarladıkları binaların estetik özelliklerinin, görselliğinin statik gerekliliklerden dolayı zedelenmemesi.

Neyse baktım ki bu işi daha fazla sürdüremeyeceğim, 1982 yılında bir devlet kuruluşunun Yapı İşleri Daire Başkanlığı-Statik Bürosunda genç bir mühendis olarak işe başladım. Yan ofisimiz de Mimari Büroydu. Hani derler ya, sakınan göze çöp batarmış, o hesap. Mühendislere üstten bakmayı alışkanlık haline getirmiş mimarlar tam da yan odamdaydı. Sevgili mimarlarımız bu devlet kuruluşuna ait hizmet binalarının avan projelerini hazırlarlar, bize de statik açıdan kontrol için gönderirlerdi. Buraya kadar iyi hoş.

Birgün, bizim ofise çıtı pıtı ve oldukça güzel bir genç kız girdi. Boynunda fuları ve vücuduna sımsıkı yapışmış tayyörü ile gerçekten çok göz alıcıydı. Önce etrafı umursamaz bir tavırla süzdü sonra Statik Büro’nun Başmühendisinin yanına, kuaförden yeni çıkmış saçlarını hoplata hoplata ve stilettolarını takırdatarak ilerledi ve fütursuzca “Falanca yerde yapılacak santral binasının statiğine kim bakıyor?” diye sordu.

Başmühendis gözlüklerinin üstünden bakıp “Uğur Bey” dedi. Ben de heyecanlandım tabi yani 23 yaşındayım ve oldukça güzel bir kız beni soruyor.

“Merhaba” deyip, zoraki gülümseyerek yanıma geldi. “Ben, falanca binanın mimarıyım. Mimari Büro’dan” dedi. “Memnun oldum” dedim ama biraz sonra başıma gelecekleri âdeta hissetmiştim.
“Uğur Bey, bu bina biliyorsunuz 5 katlı ve 3. Katta konferans salonu var.”
“Evet biliyorum”
“İşte o katta hiç kolon bulunmasın. Açık bir alan elde etmek istiyorum. Siz statik olarak çözüverin”
“Yani konferans salonunun alt ve üst katlarında kolon olacak ama konferans salonunda olmayacak, yanlış anlamadım değil mi?”
“Evet, evet bir sakıncası mı var?”
“Yok canım, ne sakıncası olacak. Acaba diyorum böyle geniş bir açıklığı kubbe yaparak mı aşsak?”
“Ne yaparsanız yapın. Ama ara katta kolon istemiyorum.

Gerisini anlatmak istemiyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Daha sonra o kız ne zaman beni görse yolunu değiştiriyordu. Kıssadan hisse, şunu demek istiyorum. Üniversitelerimizde mimarlık eğitimi nasıl veriliyor bilmiyorum, ama mekanik-statik anlamında da mimarlarımıza en azından temel bilgiler verilmeli. Bu dersler teorik olarak mimarlık fakültelerinde var biliyorum. Ancak formalite gereği yapılıyor ve mimarlık öğrencileri de hayati önemi haiz bu konulara gereken hassasiyeti hiç göstermiyorlar, dersleri dinlemiyorlar, sadece onların “Mimar” olmalarının önündeki bir engelmiş gibi davranıyorlar. Mimarların estetik açıdan kaygılandıkları kadar binanın statiği hakkında da  biraz endişe duymaları sayesinde emin olun daha sağlıklı ve depreme dayanıklı binalar üretilecektir. Ben müteahhitlerin açgözlülükleri, malzeme hırsızlıkları, üretim sırasında yapılan akıl almaz imalat hatalarının yanı sıra mimarların tasarımlarında, Türkiye’nin inşaat kültürünün ne denli geri olduğunu bile bile, görsellik uğruna vazgeçtikleri emniyet faktörünün de depremlerdeki büyük can kaybının ana nedenlerinden biri olduğuna inanıyorum.

 

Uğur GÖRGÜLÜ

27 Temmuz 2024 – Khashuri (Gürcistan)