70’li yıllarda haftanın en sevdiğim günü perşembeydi. O gün babam koca bir kesekâğıdı ay çekirdeği ile gelir, yerlere eski gazeteler serilir ve ailecek saatin 21.00 olması beklenirdi. Çünkü Perşembe akşamları “Radyo Tiyatrosu” zamanıydı. Hele bir de “temsil” Agatha Christie oyunuysa nefesimizi tutarak dinlerdik. Fonda efektör Korkmaz Çakar; oyunlar, zamanlar farklı olsa da hiç değişmeyen kapı gıcırtıları, vapur düdükleri ile tahayyül dünyamızın altyapısını inşa ederdi. Hepimiz seslerden oluşan ve adeta Edwin Abbott’un FLATLAND’i gibi 2 boyutlu bir dünyaya dalardık o büyülü 1 saat boyunca.
Kimler yoktu ki o sahnede: Cüneyt Türel, Pekcan Koşar, Kahraman Acehan, Kerim Afşar, Köksal Engür, Rüştü Asyalı, Sungun Babacan, Çetin Tekindor, Erol Keskin, Beyhan Hürol, Aliye Uzunatağan, Meral Emiralioğlu, Erol Kardeseci, Nurşen Girginkoç, Hepşen Akar, Saim Alpago, Naci Girgin, Baykal Saran, Erhan Abir, Olcay Poyraz, Işık Yenersu, Erhan Gökgücü…daha kimler, kimler…
Herkes için bir çehre vardı dimağımızda. Dört gözle beklenen radyo tiyatrolarındaki olayları bizler, beynimizde o seslere karşıt gelen çehrelerle adeta bire bir yaşardık. Mekânları ve kahramanları oluşturmakta özgürdük. Bu, artık oyuncusuyla, mekânlarıyla size özgü bir oyundu. Yan yana aynı temsili dinlediğin bir başkasının aklında nasıl bir tablo oluşuyordu bunu kim bilebilirdi ki…
Radyolu yıllarda onlar, yani oyuncular her hafta bizlere tiyatro tadında bir saat yaşattılar. Tek eksik, görememekti. Şimdi düşünüyorum da acaba bu gerçekten bir eksiklik miydi yoksa hayal dünyamızın çeşitlenmesini, bu denli renklenmesini sağlayan bir şans mıydı?
Ne zaman ki, beyazcam çıktı ve kişiye özgü çehreler yok oldu, o zaman herşey değişti, büyü kayboldu. Artık hayâl yoktu ve milyonlarca kişi aynı ses için aynı çehreyi görüyordu. Sana özgülük kaybolmuştu. Televizyon benim için ilk zamanlarında çok büyük bir şok kaynağı olmuştu hiç unutmam…
Yıllarca o da radyo tiyatrolarında, “Arkası Yarın”larda duyduğum bir sesti sadece. İlginçtir, hep başroldeki genç kız olurdu oynadığı piyeslerde; çekici , paylaşılamayan ve uğruna erkeklerin birbirine girdiği güzel kızdı, Tomris Oğuzalp…
Harika ses tonu ile beynimde müthiş güzel bir çehreye sahipti sevgili Oğuzalp. Uzun yıllar da hep öyle kaldı benim için. Ta ki onu bir oyunda gördüğüm ana kadar…O anda yaşadığım hayal kırıklığını hiç unutamam… Aslında bu, sırf ona has bir hayal kırıklığı değildi tabii ki. Zihnimdeki sesler bir bir karşıma çıktığında, bana özgü çehrelerin gerçekleriyle yer değiştirmesi bir dönem beni bayağı meşgul etmişti.
Şimdi onların bir kısmı artık bizimle değil. Kimileri oldukça yaşlandı ve sesleri çıkmaz oldu. Kimilerini ise hâlâ bazı dizilerde görebiliyoruz. Tomris Oğuzalp benim çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimin hayâli aşkıydı. Hastalandığını öğrendim. Tek göz bir apartman katında bakıma muhtaç bir hâlde yaşamını sürdürdüğü haberi içimi burkmuştu. Ancak onu unutmayanların sevgisi ve desteğiyle bir sabah programına tekerlekli sandalye ile gelmesi umutlandırdı beni. Acaba sanatın gerçek temsilcilerinin mutat kaderlerinin tecellisi değişmekte miydi? Onlar artık hak ettikleri saygıyı, yaşam standardını yakalayabilecekler miydi? Kim bilir, belki de Tomris Oğuzalp bu konuya öncülük edecekti.
Yıllar boyu binlerce farklı hayatı, karakteri kâh tiyatro sahnesinde, kâh radyoda, kâh sinemada seyircisine aktaran bir tiyatro devi sadece hatırlandığı için çok mutluydu. Seyircinin alkışı, ilgisi onu tekrar yaşama bağlamıştı, zira yeniden sahnelere dönmekten bahsetmekteydi.
Tomris Oğuzalp gibi sanatçılara sahip çıkmakta karnesi zayıf bir ülkeyiz ne yazık ki. Benim ülkemde sanatın yüzlerce emekçisi sessiz sedasız, kimsenin umrunda olmaksızın yokluk içinde göçüp gitti bu dünyadan. Hayatlarının son demlerinde onları asıl acıtan, kahreden kaçınılmaz son değil, unutulmaktı. Hayat neydi ki zaten, usta tiyatrocu tek göz kiralık dairesindeki hasta yatağından 75 yıllık dolu bir yaşamın damıttığı deneyimle özetleyiverdi bir çırpıda:
“ Hayat yaşadığın kadar vardır.
Ötesi ya hafızadaki hatıra, ya hayaldeki ümittir.
Hüsranı ise bir tek yerde kabûl ediyorum:
Yaşamak mümkünken, yaşayamamış olmakta…”
Sanatçılarımıza yaşarken hak ettikleri değerin verileceği günlerin özlemiyle…
Uğur GÖRGÜLÜ
18 Şubat 2012 – Antalya