“Bölüm I”
Sınıfın cam kenarındaki sıraya oturuyorum hep. Kimseyle konuşmadığım için kimse de benimle konuşmuyor artık. Birkaç deneme oldu zamanında, biri futbol muhabbeti açtı, bir diğeri “ne okuyorsun öyle?” diye kafasını uzattı. Ama çabuk bitti hepsi. Ona şimdi nasıl anlatabilirdim ki Adonis’in muhteşem dizeleri arasında kaybolduğumu…
Anladılar konuşmak istemediğimi. Veya konuşmamayı tercih ettiğimi.
Pencereden dışarı bakıyorum, ama gözüm her sabah aynı yere kayıyor: kantin önündeki kırmızı banka. O geliyor, genelde 8.15 gibi. Saçları hep dağınık ama güzel, bilerek dağınık sanki. Elinde hep bir kitap taşıyor ama açtığını hiç görmedim. Belki sadece taşıyor.
İsmini bilmiyorum. Hangi sınıfta olduğunu ya da en yakın arkadaşlarını. Ama biliyormuş gibi onu yazdım. Sayfalarca. Kafamın içinde konuştum onunla, yürüdüm, bazen tartıştım. Gerçekte bir gün göz göze geldiğimizi bile sanmıyorum. Belki bir saniyeliğine, belki hiç.
Geçen gün tam önümden geçti. Parfümü acayipti. Narin bir şeydi ama keskin. Boğazıma tadı takıldı. Ciğerlerim ağzına kadar onunla doldu. O an bir şey oldu bana. İçimde bir volkan patladı sanki. Sanki uzun zamandır uyuyordu da bu parfüm onu harekete geçirmişti. Bildiğim bütün kelimeler birbirine karıştı. Eve gidince bu karmaşayı düzene soktum, bir deftere o şiiri yazdım. “Çaresizim” koydum adını. Yazarken sanki boğazımda düğümlenen şey çözüldü biraz. Sanki onun geçerken içime bıraktığı iz, artık bana ait oldu.
Ama sonra düşündüm. Neye yarar? O, benim gibi biriyle konuşmaz. Belki varlığımı bile bilmiyor. Belki ben sadece onun göz ucuna takılan bir detayım. Belki değilim. Belki de onu ben uydurdum.
Çünkü bazen, bazı insanlar gerçek olmaktan çok hayal olmaya yakışıyor.
Bu dünyada kendimi hep arada kalmış gibi hissediyorum. Ne çok yalnızım, ne de kalabalıkların bir parçası. Ama ortada da değilim. Bu dünya, bir yerlerinde tutunabileceğin bir orta sunmuyor sana. Ya düşüyorsun ya da havada asılı kalıyorsun. Ne seni tutan var, ne de asılı olduğun yerden aşağı çeken…Ben dedim ya arada bir yerdeyim, hiçbir yere ait değilim…
Ama sonra o şiiri yazınca… bir şey oldu. İlk kez bir şeyi sonuna kadar yazdım. İlk kez içimdekini kelimelere tam olarak geçirdim. Bu bir aşk mıydı? Hayır! Bu bir kırgınlık. Bir ulaşamama. Bir olmamışlık. Ama en çok da bir dönüşüm.
Onu birine yazmadım aslında. Kendime yazdım. Onun içimde oluşturduğu boşluğa. O boşluğu başka kelimelerle doldurdum. Ve fark ettim ki, o boşluk sayesinde içim bir yankı odasına dönüştü. Ve oradan çıkan sesler şiire benzedi.
Şimdi o kırmızı bank hâlâ orada. Bazen o da geliyor ama artık ona bakarken yazacak bir şey aramıyorum. Çünkü biliyorum, bazı şeyler sadece içinden geçer insanın. Ve geçerken de şekil değiştirir.
Tıpkı narenciye gibi kokan, ama hiçbir mevsime ait olmayan biri gibi…
Ortası Olmayan Dünya – Bölüm II
“Sesli Okunan Sessizlik”
“Bu dizeler senin mi?”
Kafamı hızlıca kaldırdım. Defterim önümde açıktı. İçine eğilmiş bir yüz, meraklı, biraz da hayret dolu gözlerle bana bakıyordu. Edebiyat öğretmenimizdi. Adı Mine. Gençti. Okula bu yıl gelmişti. Saçları kısa, gözlük takıyor. Ama sesi yumuşak. Sanki her kelimeyi kalbinden geçirerek söylüyor gibi.
Ne cevap vereceğimi bilemeden baktım. Kalemim hâlâ elimdeydi ama elim terlemişti. Sayfanın üstünde, o sabah yazdığım birkaç dize vardı. Birini sınıfa geçmeden yazmıştım, “bir narenciye kokusunu unutamamak” üzerine. Yani onu. Yani kendimi.
“Çok güçlü bir görüntü… ama daha da güzeli, içinde bir sessizlik taşıyor,” dedi Mine öğretmen. “Sanki sustuğun şey konuşuyor senin yerine.”
Donup kaldım. Kimse bana böyle bir şey söylememişti. Ne okulda, ne evde, ne de kafamın içinde. Sanki içimde kilitli duran biri vardı da, biri ilk kez o kapının önünde durup, kapıyı tıklatmıştı. Zorlamadan. Saygıyla.
“Bunu bir gün okulun duvar gazetesinde paylaşmak ister misin?” diye sordu. “Veya istersen sadece ben okuyayım. Ama bil ki bu kelimeler yalnız kalmamalı.”
Başımı hafifçe eğdim. Onaylamak ya da kaçmak arasında bir yerdeydim. Belki ikisini de aynı anda yapıyordum. Ama içimde bir şey ilk kez kıpırdadı. Bir utanç değil bu sefer, bir… merak. Acaba gerçekten birileri anlayabilir mi beni?
“Olur” dedim, “Neden olmasın”, gözlerimi kaçırarak…
Gülümsedi Mine Öğretmen, gözlüğünü çıkarıp yan cebine koydu. Okuma gözlüğüydü besbelli. Parmakları saçlarımın arasında dolandı, ve gitti…
O gün akşam defterimi karıştırdım. Sayfalarca yazı vardı. Kırmızı bank. Narenciye. Rönesans. Soba kokuları. “Ortası olmayan dünya”… hepsi oradaydı. Ama ilk kez hepsine dışarıdan baktım. Sanki başkasının yazdığı bir şeyi okuyormuş gibi. Ve garip bir şey oldu: yazdığım satırlardan utanmadım. Hatta… gurur duydum.
Belki bu yazılar sadece benim için değildi. Belki içimde taşıdığım sessizliği birileri daha duyabilir. Belki yalnızlık, sanıldığı kadar yalnız değildir.
Ortası Olmayan Dünya – Final
“Kayın Ağacına Okunan Şiir”
Hava kuru ama serindi. Güneşin batışı, parkın üzerine uzun gölgeler bırakıyordu. Salıncaklar boştu. Tahtaları gıcırdayan kaydırak bile sessizdi. Rüzgâr esiyor, ama hiçbir yaprak düşmüyordu. Zaman bile durmak ister gibiydi.
Ben parkın içindeki o büyük kayın ağacının altına oturdum. Çantamdan defterimi çıkardım. Sayfaları yavaşça çevirdim. Bazı sayfalarda çizikler vardı, bazıları gözyaşı lekesiyle buruşmuştu. Ama hepsi bendendi. Hepsi içimden kopup gelen bir şeye aitti.
Hiç kimseye okunmamış şiirler vardır. Ve bazıları sadece kendine okunmak içindir.
Ama bugün, ben ilk kez sesli okuyacaktım.
Çünkü bu, onun duyması için değil, benim bırakmam içindi.
Sayfayı açtım.
Derin bir nefes aldım.
Ve başladım:
Çaresizim
Narin parfümün burnumu yakmış
Girdi mi etanol ciğerlerime
Kör etmesini nizamıyla bekleyecekken, kollarında
Soluğumla yok olmuşsun meğer
Karışmaya erecekken kanıma,
Ortada kalmışım ortası olmayan bu dünyada
Ve yalnızca soba kokularıymış, rönesanstan bu yana
Lambaları buğulandıran…
Narenciye esintilerine benzetmişim seni
Yalnızca güzleri gelen,
Tek farkın gelememekmiş meğer
Bir mevsimlikken, mevsimsiz bırakmakmış
Sağanak yağmurlarda yerlere dağılmakmış
Bir daha toplanmamak üzere,
Koparmakmış ıslak taç yapraklarını biçilmiş topaklardan
Ve yaşatmak seni renkli çiçeklerde…
Sesim titriyordu. Sanki her kelimeyle biraz daha çözülüyordum.
Şiir bitmeden önce gözlerim doldu.
Ama devam ettim. Son dizeyi okuduktan sonra gözyaşım süzüldü yanaklarımdan bir yaprağın üstüne damladı.
Ağaç sessizdi.
Dünya sessizdi.
Ben de öyle.
Şiiri deftere geri koydum.
Ayağa kalktım.
Son kez baktım ağaca.
Ve yürümeye başladım.
Kimsenin görmediği bir çocuğun, hiç kimseye söylemeden bir şeyleri geride bıraktığı bir yürüyüştü bu.
Yalnızdım.
Ama ilk kez… yalnızlığımla barışıktım.
Çünkü artık biliyordum:
Ortası olmayan bu dünyada da, şiir yazılabiliyordu…
Uğur GÖRGÜLÜ
06 Nisan 2025 – Khashuri(Gürcistan)
Şiir: Berkay Aytuğ ASAR