İslâm’ın yüce kitabı Kur’an’ın en büyük mucizelerinden biri de Zümer/23 ve Hicr/87’de geçen “Seb’ul Mesanî” kavramıdır.
Öncelikle, “Tekrarlanan yedi” anlamında Kur’anî bir kavram olan “Seb’ul Mesani” için Sayın Muammer ERTAN’ın hazırladığı bir makaleyi aktarmak istiyorum:
“Mesnanın veya Mesna(tun)”ın çoğulu olan “mesani” kelimesi çok anlamlı ve çok kapsamlı bir kelimedir. Tesniye (ikilik) maddesi olan “senâ”dan veya istisna maddesi olan Senâ’dan da türemiş olabilir. Kısacası; bükülmek, katlanmak, kıvrılmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya başka bir şey eklemekle takviye edilen veya çeşitlendirilen herhangi bir şeye “mesnâ” denilir ki ikişer, ikili, mükerrer, bükülü, te’kid edilmiş, muhkem, çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri kat olan, katlı, kıvrım, kıvrımlı, kıvrak, manalarına gelir.
Bu suretle herhangi bir şeyin kuvvetlerine, katlarına, kıvrımlarına “mesani” denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve dirseklerine mesâni ed-dâbbe” ve bir vadinin büküntülerine, dönemeçlerine “mesâni el-vâdî”; bunun gibi, musikide ikinci tele veya çiftetellilere “mesânî” denir. “Mesani ila yedu” ise bağış ve ihsanı tekrar etmek demektir. İbn Cerîr’in İbni Abbas’tan bir nakline göre “mesânî”de müstesnalık mânâsı da vardır. Zira istisna da “seniy”den türemiştir.
Bükülmüş ipe veya ipliğe “mesna(tun) veya misnâ(tun)” denildiği gibi, geri döndürme (tercî’) veya tekrar etme mânâsı itibarıyla tarab (sevinçlik, şenlik) ve terennüme veya ikişerli manası ile mesnevî dediğimiz nazım şekle de mesnâ(tun) denilir. Bir de müsnânın çoğulu olabilir ki, sena makamı, yeri anlamına gelir (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3074-3075; El-Mu’cem’ul Vasit, I, 101, 102).
Yukarıda lügat anlamı açıklanan mesani kelimesi Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir. Kur’an’ın bir vasfı olarak kullanıldığı “Allah, kelâmın en güzelini, müteşabih (birbirine benzer), ikişerli (veya tekrar edilen) bir kitab halinde indirdi” (ez-Zümer, 39/23) âyetinde tekrar edilen manasına gelebileceği gibi, Kur’an’ın her yönden ikili bir sistem takip ettiği manası da anlaşılabilir. Kur’an’ın anlatış tarzına bakıldığında, çoğu zaman karşılıklı zıtlığa dayandığı görülür; iyi amel karşısında kötü amel, cennet karşısında cehennem, mü’minler karşısında kâfirler, sâid karşısında şakî anlatılır.
Karşılıklı mukayese yoluyla iyi ile kötünün anlatıldığı bu yöntemle hakikatlar daha güzel kavratılmış olur. İşte mesani’ kelimesi bu âyette bu anlamda kullanılmış olabilir. Yine mesani’nin geçtiği and olsun ki sana seb’an minel mesaniyi (tekrarlanan yedi veya ikililerden yedi) ve büyük Kuran’ı verdik” (el-Hicr, 15/87) âyetindeki seb’an minel mesânî’nin ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Abdullah İbn Ömer, Mücahid ve Said İbn Cübeyr, burada bahsedilen yedi şeyin seb’ı tıval denilen yedi uzun süre olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu âyetin geçtiği sürenin Mekkî, yedi uzun sürenin ise Medenî olması bu görüşü zayıflatmaktadır. Banları bu rivayeti göz önüne alarak sürede yalnız bu âyetin Medenî olabileceğini ileri sürmüşlerse de bu da pek muteber bir görüş değildir.
Bazı âlimler bu yedi şeyden maksat elif, lam, hâ, mim i dir demiş; bazıları da Kur’an’ı emr, nehy, bişâret (müjdeleme), inzar (uyarma, korkutma), darb-ı mesel, nimetlerin anılması ve geçmiş ümmetlerin haberleri şeklinde yedi ana konuya ayırarak âyette bahsedilen yedi şeyin bu olabileceğini beyan etmişlerdir. Nitekim “Kur’an yedi harf üzere nazil oldu” (Keşful-Hafa, I,1356) hadisi şerifinden de kastın bu mânâda olduğunu belirtmişlerdir. Hz. Ömer, Ebul-Âliye, İbn Ebi Muleyke, Ubeyd İbn Umeyr ve kalabalık bir cemaat bu yedi şey (seb’ul mesânî), Fatiha süresi âyetleridir demişlerdir. Seb’ul mesânî ile Fatiha sûresinin kasdolunduğuna dair delil Buhârî’de geçen Ebu Said hadisidir. Rasûlüllah (s.a.s), Ebu Said (r.a)’e Kur’an’daki sûrelerin en büyüğünü açıklarken, “O sure el hamdu lillahi Rabbil Âlemin’dir ki tekrar olunan yedi âyet (seb’ul-mesani) ve bana verilen Kur’an’dır” buyurdu (Buhari, Tefsir, 1; Fedailil-Kur’an, 9; Tirmizi, Sevabul-Kur’an, 1; Nesâi, İftitah, 26; Muvatta, Nidâ, 37, 45; Ahmed b. Hanbel, IV, 211, V, 114). Böylece sebul-mesâni’den murad, ümmül-Kur’an olan Fâtiha süresi olduğu ve bundan dolayı Fâtiha’nın es-seb’ul-mesâni’ ismini aldığı ve Kur’an’ın bunun bir tefsiri olduğu bu hadisle açıklığa kavuşmuştur.
Demek ki seb’an minel-mesânî’deki “min” yalnız teb’ızıyye (küll’den bir cüz olması olayı) değil, aynı zamanda beyaniyyedir ve mesaniden yedi mesani demektir. Yani Fâtiha’yı teşkil eden yedi âyet, mesani olan Kur’an’dan olduğu gibi, başlı başına yedi mesânî’dir. Ve bütün Kur’an’ın bir vasfı olan “mesâni” kavramı burada müstesna bir şekilde katlanmıştır. Her namazda ve duaların başında ve sonunda tekrar tekrar okunan Fâtiha gerçekten Kur’an-ı Kerim’in bu âyette bahsettiği seb’ül-mesânî adını almaya çok uygundur. Görülüyor ki bu âyette “sana seb’ul mesânî’yi ve Kur’an-ı Azim’i inzal ettik” diye buyurulmuyor, “verdik” deniliyor. Bundan murat yalnız nazm-ı celilin değil, ondaki hakikat ve metalibin (istenilen şeyler)’in de bilfiil bahsedilmiş olduğu açıklanmış oluyor.
Yukarıda bahsedilen görüşlerin dışında “sana seb’ul-mesânî yi ve Kur’ân-ı Azim’i verdik” âyetinde seb’ul mesânînin Kur’andan başka bir şey olduğu düşüncesi de akla gelmektedir. Kur’an’ın dışındaki bu yedi şeyin ise Rasûlüllah (s.a.s)’e Kur’an’dan ayrı olarak verilen yedi mucize olduğu da düşünülebilir.
Sayın Muammer ERTAN seb’ul mesanî kavramını geniş bir perspektiften ele alarak, sözlük anlamlarından başlayıp, bugüne değin tartışılan tüm olası akla yatkın mânâ seçeneklerini gözler önüne seriyor. Ancak geleneksel yapı diğer değerlendirmeleri görmezden gelerek seb’ul mesanî ile Fâtiha suresi ayetlerinin kastedildiğini, özellikli sûre olarak sâdece Fâtiha sûresinin öne çıkarılması gerektiğini savunur.
Oysa seb’ul mesanî sözcüğünün geçtiği 2 ayet birlikte ele alındığında Kur’an mucizesinin, ikili olarak tekrarlanan ve anlatmak istediği kavramları karşılıklı zıtlıklarla veren bir yapıda olduğu akla daha yatkın gelmektedir.
Müfessirler “Fâtiha Suresi Kur’an’ın özetidir” derler. Bu tanım doğru ancak eksiktir. Kur’an’ın yarısını Fâtiha suresi temsil ediyorsa, diğer yarısını da Mâûn suresi temsil eder. Zira yukarıda uzun uzun anlatıldığı gibi seb’ul mesânî tanımına uyan 2 sure vardır:
Fâtiha suresi kulla Yaratıcısı arasındaki irtibatı düzenler. Yani İslâm’ın dikey boyutunu…
Mâûn suresi de insanların toplumsal yaşamını, insanlar arası ilişkileri tanzim eder. Yani İslâm’ın yatay boyutunu…
Bakınız her ikisi de 7 âyetten oluşan bu iki sure seb’ul mesanî, yani “ikili yedi” değil de nedir?
FÂTİHA SURESİ
- Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla
- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.
- Rahmandır, Rahîmdir O,
- Din gününün Mâlik’i/sultanıdır O,
- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
- Dosdoğru giden yola ilet bizi
- Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlığa/şaşkınlığa saplanmamışların yoluna…
MÂÛN SURESİ
- Gördün mü o, dini yalan sayanı?
- İşte odur yetimi itip kakan;
- Yoksulu doyurmayı özendirmez o
- Vay haline o namaz kılanların ki,
- Namazlarından gaflet içindedir onlar!
- Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar
- Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar
Kur’an iki mucizevî surede, zıtlıklarla, ne olunması ne olunmaması gerektiğini açıkça anlatıyor. “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” ayetinde Fâtiha suresi yüce Yaradan’dan başka tapılacak Tanrı olmadığını belirtirken, ibadetlerine riya bulaştıranlar da Mâûn suresinde yerin dibine sokuluyor.
İki sure birlikte ele alındığında yüce Allah’ın mesajı tam olarak ortaya çıkıyor:
“Tüm âlemlerin tek Rabbi Allah’tır. O esirgeyen ve bağışlayandır. O’ndan başka tapılacak Rab yoktur. Bu nedenle yalnızca O’na ibadet etmeli, O’na yakarmalı, O’ndan yardım istemeliyiz. Araya yedek ilâhlar, şeyhler, şıhlar sokmak “ŞİRKTİR”. Yoksulu doyurmayıp itip kakanlar 365 gün 24 saat namaz kılsalar da nafiledir. Onların tüm ibadetleri kendilerine lânet olarak döner. Bizi dosdoğru giden yola ilet Ya Rabbi! Riyaya sapanların, kamu malını talan edenlerin, ibadetlerini gösteriş için, maddi çıkar için yapanların, iyiliğe, yardıma mani olanların yani üzerlerine gazap dökülmüş, karanlığa saplanmışların yolundan uzak tut!”
Bu mesaj Kur’an’ın ana mesajı değil de nedir?
Yüzyıllardır dini, firavunluklarının aracı haline getirenler, Fâtiha’yı göklere çıkarırken Mâûn suresinin üzerini örttüler. Çünkü Mâûn suresi, din üzerinden saltanat kuranları alenen teşhir etmekteydi ve -teşbihte hata olmaz- din pazarlamacılarının ocağına incir ağacı dikiyordu.
Dincilerin Fâtiha suresine dört elle sarılmaları da boşuna değildir. Eğer tevessül ederseniz Fâtiha, istismara en açık suredir ve bu haliyle dincilerin en büyük destekçisi konumuna gelir. Zira Fâtiha suresinin ibadetle ilgili düzenlemeleri -özellikle namaz- her türlü riyakârlığa müsaittir ve Kur’an ve hadiste nerede riya gündeme gelmişse dikkat ediniz hep namaz öne çıkarılır. Yani namaz kadar riyakârlığa, sahtekârlığa âlet edilebilecek başkaca bir ibadet, dini kavram yok gibidir.
İşte Kur’an, Fâtiha suresindeki namazla ilgili düzenlemelerin istismar edilmemesi için Mâûn suresini mucizevî bir şekilde devreye sokar ve Fâtiha suresinde miraç gibi tanıtılan namazı, eğer istismar edilirse şiddetle lânetler.
İslâm’ı Kur’anî boyutundan çıkarıp, sapkın bir ideolojiye dönüştürenlerin atası Emevîlerdir. Aynı anlayışın temsilcileri günümüzde ne yazık ki artık Kur’an dininin yerine, kendi saltanatlarına hizmet eden bambaşka bir din icat ettiler. Din kisvesiyle elde ettikleri iktidarın gücünü ve iktidarları sayesinde gasp ettikleri mal ve parayı koruyabilmek için insanları bu icat ettikleri din baskısı altında inim inim inlettiler, hâlâ da inletiyorlar. Özellikle namazı göklere çıkartarak, Kur’an’ın ahlâk, erdem, eylem, paylaşım, hukuk, insan hakları, sevgi gibi esas olarak insan hayatını üst boyutlara taşıyacak bütün değerleri zaman içinde yok ettiler ya da tanımlarını değiştirdiler. İnsanların bilinçaltına; kafası takkeli, ayağı meshli, “abdestsiz ayağı yere basmaz” sahte kutsalı ardına sığınmış, paçalarından zırıl zırıl riya akan bir “dinci” şablonunu yerleştirip, “gerçek İslâm mü’mini işte böyle olmalı” propagandasıyla adeta beyinleri yıkadılar.
Mâûn suresi ihlâlcisi ibadetini sahtekârca abartarak ve birilerine göstererek yapanların toplumda “Saygınlık, güç ve para” kazandığını görenlerin çığ gibi çoğalmasıyla ne yazık ki günümüzde, Kur’an’daki İslâm’la uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dinsel anlayış, yani dincilik gerçek İslâm’ın yerini almış ve Allah resulünün o saf, tertemiz ve ulvî öğretisinin unutulup gitmesine yol açmıştır.
Namaz edebiyatı olarak yüzlerce yıldır ortaya konan ve ümmete din diye öğretilen “şeylerin” hiçbirine Kur’an’daki İslâm onay vermez, aksine bunu yapanları lânetler ve yetim hakkı yiyeni de “Hükmî Domuz” ilân eder.
Din istismarıyla saltanat kuran sahtekârlar, yüzyıllardır Mâûn suresi mesajını insanlar anlamasın diye operasyonlar düzenlemektedir. Bugün 56 sözde İslâm ülkesindeki içler acısı durumun, Kur’an’ın mucize mesajlarının üstünün örtülmesi nedeniyle oluştuğunu Müslümanlar idrak etmedikçe Allah’ın gazabı hep üzerimize olacaktır.
Hemen her gün ülkemizin bir yöresinde yeni bir felâket meydana geliyorsa, İslâm coğrafyası “Kâfir” diye addedilen Batı Medeniyeti’nin uşağı, oyuncağı konumundaysa, bu coğrafyada kan, gözyaşı, savaş hiç eksik değilse, Müslümanlar daha iyi yaşamak için canlarını tehlikeye atıp “Kâfir” batı ülkelerine kaçıyorlarsa, toplu iğne bile üretemiyor, hemen her ihtiyacını batıdan temin ediyorsa o zaman “Müslüman” olduğunu iddia eden toplumlar Kur’an’daki İslâm’ın yanına bile yaklaşamamış demektir.
Düşünce gücü körelmiş, sürüleştirilmiş ve köleleştirilmiş sözde İslâm ülkelerinin tek kurtuluşu sahtekârlıktan, riyadan ve omurgasızlıktan uzaklaşması ve Kur’an’daki İslâm’a sarılması ile mümkündür.
Kaynak : Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK – Mâûn Suresi Böyle Buyurdu
Uğur GÖRGÜLÜ
14 Kasım 2014 – Ceyhan