Ben, beni etkileyen, sarsan, allak bullak eden bir sanat eseri izledikten sonra onun ardından uzunca bir süre başka bir şey seyredemem. Gerçek yaşamdan, işimden, hatta ailemden kopar giderim bir süreliğine de olsa. Dünya ile irtibatımı keser, soyutlanırım. O güne değin ilgilendiğim, zevk aldığım her ne varsa bana yavan gelir, önemini yitirir. Çevreme tekrar uyum sağlamam da zaman alır. Kafamın içinde, izlediğim her neyse –bu bir film, dizi, ya da bir tiyatro eseri olabilir- onu belki yüzlerce kez tekrar tekrar, sahne sahne yaşarım. O anlarda başka bir boyuttayımdır. Bu durum, etkilenme derinliğime göre bazen günler sürer.
Bu duyguyu yaşadığım çokça eser yoktur aslında. En sarsıcısı “Ölü Ozanlar Derneği”dir. Hâlâ etkisi fazladır üzerimde; ne zaman anımsasam tüylerim ürperir… Hatırlıyorum da filmin sonunda o denli büyülenmiştim ki, çevremdeki her şey, herkes yavan ötesiydi adeta. Kafam çınlıyordu, film bitmişti ve insanlar çıkışa doğru ilerliyordu ancak ben hâlâ oturuyordum. Gözüm perdedeydi kimsenin dikkat etmediği o film sonrası yazılarını izliyordum boş gözlerle. Arkadaşlardan birisi “Film bitti hadi Uğur gidiyoruz.” demese kalkacağım da yoktu. Beynim sanki vücudumu otomatiğe bağlamış gibi hareket ediyordum; bir robot gibi. Yürüyordum, yanımdakiler konuşurken onlara zoraki cevaplar veriyordum ama aslında orada değildim. Ethan Hawke’ın sıranın üzerine çıktığı andaydım, aslında kazandığı zafer sonrası mağrur olması gereken Robin Williams’ın sınıftaki son anlarında yüzüne takındığı mahçup gülümsemenin isyanını haykırıyordum için için, ruhumda volkanlar patlıyordu ama maalesef bunu dışarı yansıtamıyordum. Arkadaşlarım nasıl başka konulardan konuşuyorlardı, nasıl şakalaşabiliyor nasıl yemek düşünüyorlardı hiç anlamıyordum. Sadece kendi dünyamın beyliğinde yalnız kalmak, onlardan bir an önce uzaklaşmak ve beynimin içinde sürekli dönen film karelerini izlemek istiyordum.
“Deli Deli Olma” da işte öyle bir filmdi. Hani nasıl anlatayım, bazen hissettiklerinizi tariflemeye uygun sözcük bulmakta zorlanırsınız ya, hani o sahneler size o kadar yakındır ki, o kadar bir parçadır ki sizden, O oluverir yaşarsınız filmin içinde birden ya, işte öyle bir şeydi…
70’ine yaklaşan Tarık Akan, “Derman”da beyazın bağrında bir karaltıdan buz bıyıklı, hedik ayaklı bir deve dönüşürken Mamak Türküsüyle sarhoş olduğumdan beri bu denli etkilememişti beni .
Beyazın ürkünç donduruculuğunu tevekkülle dost edinmiş bir Malakandı değirmenci Mişka. Yerinden yurdundan koparılmış herkes gibi, geleneğini, töresini yeke kişi yalnızlığında yaşıyordu. Vatan bellediği topraklarda aslında misafir olduğunu hissetmenin, hep bir yabancı olmanın utangaç ama acı bir yansıması, yazgısını kabullenmişliğin teslimiyetiydi o yüzüne işlemiş mahçup gülümseme sanki…
Belki de Popuç’un, adını bile telaffuz edemediği piyano ile dudakdeğmezin meydan sazı kadar birbirine uzak kültürlerin ortak paydasıydı o. Belki de insanları birbirine düşman eden, ayıran, koparan o kahrolası dinlerin, ırkların, törelerin yapay aykırılıklarına karşı direnişin, sessiz ama onurlu başkaldırışın gönüllü askeriydi son Malakan Mişka… Nedendir ki zaten bu bölünmüşlük, niçin insanda buluşamayız ki? Neden en doğru töre, en üstün ırk, en hak din bizimkidir her zaman? Neden herkes bizim kalıplarımıza, bizim şablonumuza uymak zorundadır? Neden en doğru biziz? Neden ya neden?
Oysa o, o kadar bizdendi ki, o kadar sevgiyle örülmüştü ki. O Alma’nın ürekten dedesi, köyün en ciğerli adamıydı. O sadece bir insandı, ırkı, dili, geleneği neyse neydi; ama o bir insandı, benim gibi senin gibi sadece insan…
Bazı internet sitelerinde Tarık Akan için “filme damgasını vuran bir oyunculuğu yok” diye yazmışlar. Oysa Tarık Akan Mişka’nın ta kendisiydi; sade ama insanın içine işleyen, acıtan, zonklatan bir ayrık otunun isyanını oynuyordu sessizce. Gözyaşlarını içine akıtıyor, acısını bile doya doya haykıramıyordu. Nasıl yaşayabilirdi ki, nasıl posta koyabilirdi ki hayata Mişka, o bir ayrık otuydu, sarmaşık olmaya özenen. Tek dostu piyanosu kalbindeki acıyı seslendiriyordu adeta:
bir sarmaşık olsaydım
sıkıca tutunsaydım bir yere
sökülüp atılmasaydım
köklerimi salsaydım derinlere
bir sarmaşık olsaydım
dolasaydım gövdemi döne döne
günlerce aynı yerde kalsaydım
hareketsizlikten uyusaydım
bense ayrık otuyam
her çıktığı yerden sökülen
sarmaşık olmak isteyip de
basit bir ot bilinen
bir ayrık otuyam
kökü olmayan, sevilmeyen
sarmaşık olmaya özenen öylece bir ot işte…
Mişka hastaydı, gençliğinde o da sevmişti Popuç’u. Ama işte olmamıştı, anasının sözünden çıkamamıştı. Son anlarında zengin bile olmuştu ne tuhaf! Kimsenin beğenmediği, ne işe yaradığını bile bilmediği, tekmeleyip hor gördüğü o koca piyano aslında zenginliğin kapılarını açan bir anahtardı…
Mişka Popuç’a kavuşamamıştı ama Popuç’un torunu Alma’nın yarınlarını aydınlatmıştı.
Ölüm döşeğindeyken Popuç bir tas çorbayla ona geldi. Mişka o çorbadan içemedi, Popuç’a diyeceklerini diyemeden öldü…
Popuç isyanını yaşarken ben dağıldım, parça parça oldum…
Ağladım, ağladım, ağladım…
Uğur GÖRGÜLÜ
23 Eylül 2011 Samsun
Filmi izlemedim, fakat merak ettim. En kısa sürede izleyip yorum yazacağım.