70’li yılların başlarında yani henüz televizyon, hayatımızın bir parçası olmamışken, annem evdeki kuzinede harika poğaçalar, kurabiyeler pişirirken ve de biz üç kardeş mis gibi kokan bu enfes hamuru annemin kalıba aktarmasını sabırla bekleyip tencerede kalan kalıntıları parmak parmak yalamak için çılgınca yarışırken, oturma odamızın baş konuğu, üzerindeki dantelli örtüsüyle evde çok özel bir konuma sahip olduğunu açıkça belli eden radyoydu.
O dönemler, son derece dolu dolu programlarıyla radyo adeta evin bir bileniydi. Örneğin reklâmlar kuşak programlar halinde yayınlanırdı. O reklâmların içinde neler vardı neler…
Bilir misiniz, Türk Sanat Musıkisinin efsane seslerinden merhum Zeki Müren’in reklâmlar içinde bir köşesi vardı:
– Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim…
diye söze başlar, o rakipsiz diksiyonu, su gibi akan Türkçesiyle her programında “sevgili şoför kardeşlerine” trafik kurallarının önemini anımsatırdı. Onu dinlemek gerçekten büyük bir zevkti. Programında sadece bunlar yoktu; reklâmın ikinci yarısında kendi şiirlerinden bir tanesini okur, sonra da o muhteşem bestelerini seslendirirdi. Düşünebiliyor musunuz, binlerce lira vererek sahnede izleyebileceğiniz dev isim Zeki Müren hemen her gün evinizdeki radyoda, reklâm kuşağındaydı ve isteyen herkes onun doyumsuz sesini, eşsiz sohbetini oturduğu yerden dinleyebiliyordu…
Ya o skeçlere ne demeli?
– Çetin Reklâm sunar!
Hiç unutmadığım reklâm spotu! Ortaokul öğrencisiydim ve o güne kadar adını bile duymadığım Amerikalı yazar O’henry ve onun o müthiş kısa hikâyeleri ile ilk rastlaşmam, Altan Erbulak, Füsun Erbulak önderliğindeki harika bir ekibin hazırladığı radyo skeçleri ile olmuştu. Programın yayınlanacağı zaman aralığını inanın iple çekerdim.
“Son Yaprak” öyküsünü dinlediğimde yaşlı ressamın ölümü üzerine ne kadar üzülmüş, ne çok ağlamıştım, hiç unutmam. Günlerce etkisinde kalmıştım. Hele çok sevdiği kocasının aile yadigârı altın saatine yılbaşında hediye olarak uygun bir zincir almak için gurur duyduğu o altın sarısı saçlarını kestiren Della’ya, eşinin de saatini satarak kaplumbağa kabuğu taraklar almasındaki ironide yaşadığım tarifsiz şaşkınlığa, o beni salağa çeviren şoka ne demeli!
Bugün bile, beni derinlemesine etkileyen o hikâyeleri hâlâ sahne sahne hatırlıyorum ve bence bu, çocuk sayılabilecek yaştaki birinin hayal dünyasını zenginleştirmede ya da kültürel altyapısını şekillendirmede radyonun ne denli inanılmaz bir güç olduğunun en büyük kanıtı…
Gelelim Yarışma Programlarına…
– İpana Fluorid sunar! On soru onüç bin lira bilgi yarışması. Sunan, Orhan Boran…
Benim favorimdi. Akşam reklâm kuşağında sanırım saat 22.00 civarında yayınlanırdı. “Orhan Boran ve Yuki”den başka en sevdiğim Orhan Boran programıydı. O zamanlar bilgi yarışmaları gerçekten de bilgi yarışmasıydı. Öyle şimdikiler gibi seçenek sunulmaz, soru sorulur, yarışmacıya da en fazla 10-15 saniye süre tanınırdı. Yani bilgisine güvenenlerin katılabileceği türden yarışma programlarıydı bunlar, üç ya da dört şık içinden tahmin yarışması değildi…
Günün bu zamanları benim genelde ders çalıştığım, ancak yatma saatinin de yaklaştığı zamanlardı. Çalışma programımı radyoya göre ayarlardım. O’henry hikâyeleri ve Orhan Boran’ın yarışması çalışmaya ara verdiğim, kendime ayırdığım zaman dilimiydi.
Usta sunucu Orhan Boran yıllarca sundu bu yarışmayı. Daha sonraları adı “Çek soruyu bil doğruyu” oldu, ilerleyen zamanlarda da “Doğru mu yanlış mı”…
Farkındasınız değil mi, günde sadece iki kez yayınlanan ve her biri yaklaşık bir saat kadar süren kuşak reklâm programlarından söz ediyorum, eğitici, öğretici bir ders programından değil!
Hey gidi günler hey! Hep derim ya; bizim çocukluğumuzdaki nesil radyo kültürüyle büyümüştü ve kültür, sanat, toplumsal yaşam cetvelleriyle ölçüldüğünde, herhalde koyunsürüleşme katsayısı henüz son derece düşük olduğundan, bugünkü insan profilimize göre her anlamda çok çok ilerideydi. Çağdaş eğitime önem veren, çocuklarını okutabilmek için her türlü fedakârlığı göze alan Türkiye’nin kalender insanları beyazcam hegemonyası öncesinde dünyayı radyodan takip eder, haftasonları da ailece sinemaya ya da, tiyatroya giderek sosyalleşirdi.
Her evin baş tacı radyo, son derece kapsamlı ve öğretici yayınlarıyla o zamanlar, Cumhuriyetin yüksek karakterli ve nitelikli insan yetiştirme politikalarının pratikteki en etkin eğitim aracıydı.
Uğur GÖRGÜLÜ
04 Mayıs 2017 – Gaziantep