“Şu guduğu uzatır mısınız?” dediğimde sofradakiler bana tuhaf tuhaf bakmışlardı. O zaman anlamıştım garip bir şey söylediğimi. Utandım, zira bu bir iş yemeğiydi ve ekmek sepetinin yanında oturan gençte de en ufak bir hareket yoktu.
Masanın karşı tarafındaki orta yaşlı, eğri burunlu adam ekmeğin uç tarafını bana uzatırken gülümseyerek yüzüme baktı:
-Karadenizli misiniz?
-Evet, nereden anladınız?
-Guduk sözünü buralarda bilmezler, bizim oraların tabiridir.
Şaşırmıştım. Oysa bizim evde günlük konuşmalarımızın vazgeçilmezlerindendi “guduk”. Sonradan fark ettim ki daha bir dolu laf varmış bizde guduk benzeri…
**************
Hayatımda yediğim en güzel kuymağı annem yapardı. Yunanistan’ın Yanya’sından İzmir’e göçmüş Trakyalı bir ailenin akça pakça “kızçesi” Tireli “maacir gelin” annem. Babaannemin tabiriyle “furunlu misir ununu” hâlis Trabzon tereyağı ve “minci” peyniriyle tam kararında harmanlardı büyük bir ustalıkla. Karadenizli kalabalık bir aileye gelin olmanın tüm zorlukları omuzlarına çöktüğünde ilenmek, şikâyet etmek yerine hayatının tek aşkı babamın sevdiği yemekleri öğrenmeyi tercih etmişti. Ee, Trabzonlu “Ebubekiroğullarına” gelin olmak kolay değildi.
Babaannem “Adnan ha bu gelun kuymaği iyi yapayi” dediğinde eminim yanakları bir başka al al olmuş, beğenilmenin, başarılı olmanın verdiği gurur bir başka yansımıştır yüzüne.
Çocukluğumda, hatta ilkokula gittiğim sıralarda hatırlıyorum da evimizde buzdolabı yoktu. Mutfakta sol tarafta büyücek bir tel dolap vardı. Annem İzmir’den ve Trabzon’dan gelen tüm malzemeyi oldukça karanlık ve serin olan tel dolapta, ağızları sımsıkı kapatılmış kaplarda saklardı. Okuldan eve geldiğimde en sevdiğim şeylerden biri annemden gizlice tereyağı kabından bir parmak yağ araklayıp onu zevkle yalamaktı. O ne lezzetti ya Rabbi! Olağanüstü harika tuzlu tada hele bir de çörek otunun baştan çıkarıcılığı eşlik etmişse offff yeme de yanında yat!
Kış aylarında hafta sonları çoğunlukla ya bizde ya da büyük amcamlarda toplanılırdı. Babaannemle dedemi alıp gelmek henüz 20’lerinde olan küçük amcamın göreviydi. Amca çocukları için bu ziyaretler iple çekilir, hepimiz müthiş bir “kudurma” moduna girerdik. Ahhh çocukluk, birlikte neler oynardık neler…
Upuzun sofralarda ailenin gelinleri hamaratlık yarışına girerler ve bundan da en çok biz çocuklar kârlı çıkardık. Büyük yengemin kol böreği müthişti. Annemin de lahana dolması… Hele kömür ateşinde cızır cızır kızaran babaannemin enfes soğanlı köftesi, Allahım yoktu böyle bir lezzet!
Bugün artık kardeş gibi olan eltiler, yani annem ve büyük yengem taaa o günlerde tatlı bir rekabet içindeydiler; aslında bu rekabet eski hızında olmasa da hâlâ sürmekte…
********************
Ne günlerdi, şimdi anımsadıkça hüzünlü bir özlem duygusu kaplıyor her yanımı. O upuzun sofralar, neşe içindeki o kalabalık aile yemekleri artık yok! Hatta sofra bile kurulmuyor evlerde. Acıkan, eline tepsisini alıp, canının istediği saatte bir şeyler atıştırıyor o kadar. Yaşam hızlandıkça, bizler o hıza yetişme telâşıyla sahipken farkında olmadığımız güzellikleri bir bir kaybediyoruz. Marketlerden alınan naylon poşet içindeki dilimlenmiş, “çok tahıllı” ekmekler; fırından yeni çıkan, sımsıcak, mis kokulu beyaz ekmeğin yolda dayanamayıp kemirilen guduğunu da yok etti ne yazık ki! Tıpkı hızlanan ve fabrikasyonlaşan dünyaya kurban verdiğimiz, unutup gittiğimiz nice alışkanlığımız gibi…
Uğur GÖRGÜLÜ
30 Aralık 2011-Antalya